Babasının sesiyle, zihnindeki bu anı ve öyküsünün hüzünlü satırları birden dağılıverdi. Masanın üzerinde bulunan antika saatini kontrol etti. “Vakit ne tez akşam oldu?” diye söylendi. Yazısının da sonuna gelmişti ama birkaç eksiği göze çarpıyordu. Tamamlama işini sonraya bıraktı çünkü babası sofrada bekletilmeyi sevmezdi. Herkes tam olmadan da yemeğe başlanmazdı evimizde. Bunlar güzel detaylardı, insanın duygularını okşuyordu. Yazılarımda, bunları hakkıyla kullanmayı çok istiyordum. Sofraya oturduğum zaman annemin sabahki davranışı geldi aklıma. Ona hâlâ çok kızgındım. Konuşmak istemiyordum bu yüzden. Çorbalarımızın üzerindeki buhar dans ederek havaya karışıyordu. Kaşığıma aldığım çorbayı üfleyerek içiyordum. Yemeğin ortasına doğru sofraya ağır bir sessizliğin hâkim olduğunu hissettim. Biraz ürperdim açıkçası. Babam da aynı şeyi düşünüyor olmalı ki hiç beklemediğim bir anda: “Sabah ne diye tartıştınız annenle?” dedi; sorgulayan bir komiserin sert, tavizsiz ve soğuk tavrı vardı sesinde. Böyle bir soruyu hiç beklemediğim için ne cevap vereceğimi bilemedim. Benden cevap alamayınca daha yüksek tonda yine aynı soruyu sordu. Suçunu kabullenmeyen zanlı cesurluğuyla başımı kaldırarak “Öykümü yazdığım kâğıdı sobada yakmış.” dedim ve başımı tekrardan eğdim. Bakmasam da gözlerinin ağırlığını üzerimde hissediyordum. Bu sefer daha sert bir tavırla devam etti: “Biz de okuyup adam olacaksın diye bekliyoruz. Sen gidip bir kâğıt parçası için anneni kırıyorsun. Aç mı kalmak istiyorsun? Bir şeyler yazarak kendini geçindirebileceğini mi sanıyorsun?” Tam burada araya girdim: “Maddi bir kaygıyla edebiyat zaten yapılmaz!” diyecek oldum ama sözümü tamamlamama müsaade etmedi. “Sanki beyefendi kraliyet ailesinden. Maddi bir kaygısı yokmuş. Senin yoksa benim var, annenin var, bizim var ulan!” Konuşmanın tam burasında kısa bir sessizlik oldu. Sonra: “Sana bel bağladık. Adam gibi işini eline al, ondan sonra yazar mı olursun çizer mi olursun beni ilgilendirmez!” Sözünü tamamlayınca sert bir hareketle kaşığını salataya daldırdı. Emindim, içinden küfürler savuruyordu. Annem ise kendisine destekçi bulmanın gururu ile ellerini çenesinin altında birleştirmiş başı dik ve mağrur bir ifade ile bizi dinliyordu. Söyleyecek söz çoktu ama derdimi anlatacak sözü bulamıyordum. Kalktım. Babam tabağıyla ilgilenirken annem hâlâ bana bakıyordu. Zaferini kutluyordu, komiserin küçük yardımcısı…


Odama geçip tekrardan yazı masama oturdum. Bugün yaşananlar aslında diğer günlerde yaşananlardan farksızdı. İstemiyorlardı yazmamı. Ailen böyle yaparken elin adamı sana kucak açacak değildi ya! Çoğu kişi gibi; yazarlığa, ressamlığa, sporculuğa bir “iş” sıfatı yüklemiyorlardı. Onların gözünde bir insanın işi bunlar olamazdı. Bunlar sadece işi olan bir insanın uğraşacağı “boş zaman aktivitesi” olabilirdi. Ve bizim bunlara ayıracak boş zamanımız yoktu, ne garip… Bunları zihnimden uzaklaştırmak istedikçe üzerime geliyorlardı. Diktiğim yerden hayata tutunmaya çalışan çiçeğe baktım. Onu alıp masamın üstüne koyarken “Benim de senden bir farkım yok.” diye mırıldandım. Kalemimi tekrardan aldım elime. Öykümün eksik kalan yerlerini tamamladım, fark edebildiğim kadarıyla imla ve noktalama hatalarını düzelttim. Öykümü baştan sona birkaç kez okuduktan sonra kenara kaldırdım. Hayır, yanıma aldım. Yastığımın altına koydum. Bir kez daha aynı şeyleri yaşamak istemiyordum. Bugünün bir an önce bitmesini istiyordum sadece. Yatağıma uzanıp gözlerimi kapattığımda bugün yaşadıklarım bir zaman şeridi gibi geçiyordu önümden. Gözümü açınca hava kabarcığı gibi sönüyordu her şey. Gözümü kapatınca hava kabarcığının içinde boğulmaya başlıyordum. Bir yanda para uğruna heba edilen edebiyatımız, bir yanda önlerine engeller koyulan edebiyat âşıklarımız… Bu karanlığın sabahı nasıl olacaktı? Bunu görmek için gözlerini kapatıyordu, hapsolduğu kabarcığa rağmen…



Devamı gelecek...