Bu sabah düne göre daha erken uyanmıştı ama üzerinde acayip bir ağırlık hissediyordu. Sanki beyni çözülmeyi bekleyen bir yığın problemle doluydu. Şüphesiz bu his, dünün eseriydi. En zifiri karanlıktan sonra bile güneş olanca haşmetiyle doğuyordu. O da öyle yapacaktı. Bu sabah dünkü karanlığın aydınlığıydı. Bunu bilerek, buna inanarak kalktı yatağından. Bu sefer yorganını yavaşça çekti üzerinden, bebeğini uyandırmak istemeyen anne titizliliğiyle. Yastığının altında duran eserini almak içini elini korkarak uzattı. “Eskiden dereye balık tutmaya giderdik. Suyun içine girip bütün taşların altını elimizle yoklayarak balık tutmaya çalışırdık. Taşın altına elimizi korkarak uzatır, neyle karşılaşacağımızı bilemezdik.” Kısa bir süreliğine de olsa o an canlandı gözünün önünde. O ürkeklikle gözlerini kapattı, yastığının altına uzattı elini. Kâğıtlara dokununca gözleri açıldı ve bir tebessüm kapladı yüzünü, umutla dolu bir tebessüm. Bugün bir yayıneviyle görüşecekti. Eserine çok güveniyordu. Değerli bir hazineye sahip olmanın verdiği haklı bir gururu yaşıyordu sanki. Eserini bağrına bastı, derin bir “oh” çekti. Hemen kalkıp hazırlanmalıyım, diye geçirdi içinden. Çay ocağına uğrar, bir simit bir de çay ile karnımı doyururum, oradan da zaman kaybetmeden yayınevine geçerim diye düşündü. Kafasını küçük hareketlerle oynatıyor, gözlerini kısıp açıyordu. Bilmem kaç bilinmeyenli bir denklemin çözümüne kafa yorar gibiydi günlük planını yaparken. Evden çıktığında tatlı bir rüzgâr vardı. İnsanı rahatlatan, bir anlığına da olsa başka diyarlara götüren bir rüzgâr… Çay ocağının önüne geldiğinde sıcacık simidin insanın midesine hücum eden kokusuyla kendisine geldi. İki simit bir de çay söyledi, “Yok, özellikle küçük bardak olsun” dedi. Eserini de yanındaki sandalyeye koymuştu ama rüzgârın azizliğine uğramaktan korkuyordu. O yüzden üstünkörü karnını doyurdu, hemen kalktı. Yayınevi yakındı aslında ama o yine de dolmuşla gitmeyi tercih etti. İçi içine sığmıyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibi hissetmişti bir an. Dolmuştan ineceği vakit dizlerinin bağı çözülmüştü. Kapıya tutunarak indi, kaldırımın kenarında bulunan elektrik direğine yaslandı. Birkaç kez derin derin nefes aldı. Kendini iyi hissettiğinde yürümeye başladı. Yayınevinin önüne geldiğinde dolmuştan inerkenki yaşadıklarını hissetti yine. Bu sefer çabuk toparlamıştı. İçeri girdi, durumunu arz etti. Sekreter gidip ilgili kişiyle görüşecekti. Oturduğum yerden duyabiliyordu konuşulanları. “Kimmiş? Hangi yazar? Yeni mi? Kardeşim, kim bilir ne saçma sapan bir şey getirdi, tanınmayan birini ben ne yapacağım?” Gibi duymaktan kulaklarının artık aşındığı basmakalıp bir yığın şey… Yine eserini sunmadan gitmek istedi ama içindeki karşı koyamadığı bir güç kalmasını emrediyordu sanki. Sekreter çıkmadan daldı içeri, adam onu karşısında görünce şaşırdı. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra sekreteri gönderdi, ona da yer gösterdi, geldiğinden pek memnun olmamıştı. Konuşmasını beklemeden söze girdi: “Neden siz ve sizin gibiler edebiyatı katletmeye müsaade ediyorsunuz?” Böyle bir soruyu emindi ki beklemiyordu. Afalladı, birkaç kez art arda yutkundu ve otoritesini hissettirmek isteyen patron gibi konuştu: “Biz ve bizim gibiler halkımızın taleplerini karşılamak için çalışıyoruz.” “Halkımızın talebi, edebi zevkten sıyrılıp tamamen içi boş, anlamdan yoksun yığınlar görmek mi?” “Tabii ki hayır. Halkımızın talebi kendisinde göremediği yerlerin, eksiğini hissettiği durumların, kendisine söyleyemediklerinin aktarılması. Yani kendilerini “değerli hissettiren” ve bunu vurgulayan eserleri görmek. Burada edebi bir zevk isteyen bir okuruma henüz tanık olamadım ben. Çünkü onların talebi bu. 'Sen iyisin, sen bir numarasın, herkes kötü bir tek sen en iyisisin' diyenleri görmek ve okumak istiyorlar. Durum böyle olunca benden hangi eserleri basmam beklenir ki?” “Evet, haklısınız. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yok edilmeye çalışılan edebiyat kültürümüzü yansıtan eserleri basmanız beklenemez tabii ki bu düşünceye sahip olduğunuz sürece. Sizler ve bu kitapları okuyanlar keşke popülariteden sıyrılıp kendinizi edebiyatın büyülü dünyasına bırakabilseydiniz; Sabahattin Ali’nin peşine takılıp Almanya’ya sürüklenseydiniz keşke ya da Cengiz Aytmatov ile birlikte savaşın getirdiği yıkımı görebilseydiniz. Sait Faik ile bir olup “Kayıp Aranıyor” diyebilseydiniz. Siz de haklısınız. Aşkı, alelade sözcüklere sığdırıp anlamsız yığınlara dönüştürmek daha basit. İnsanlara her gün duyduğu şeyi değiştirip değiştirip tekrardan sunmak daha da basit. Nasıl ve niye ünlü olduğu bilinmeyen kişilerin kitaplarını, içerik kaygısı olmaksızın sırf “ünlü kişi” diye basmak çok daha basit. Elbette sizden bunları basmanız beklenir. Bizlerin beklentisi, günümüz dünyasında kabul edilemeyecek bir beklenti.” Sözlerini tamamlayınca konuşmasını beklemeden ayrıldı. Duygularından, düşüncelerinden bu edebiyattan kaçmak istiyordu. Edebiyatla harmanlanmış, nice büyük yazarlar yetiştirmiş bu topraklarda bunlara şahit olmak onu çok yaralıyordu. Kaçıyordu, kaçmak istiyordu bütün bunlardan. Bir an önce eve atmak istiyordu kendisini. Bir an önce odasına kapanmak istiyordu. Elindeki, gözüne değersiz bir metal parçasıymış gibi gözüken kâğıtları buruşturuyordu. Her adımı, bir öncekinden daha hızlıydı, daha da hızlandı. Eve vardığı zaman nefes nefese kalmıştı, doğrudan odunluğa koştu. Eline geçirdiği bir kartonu alıp odasına çıktı. Daha sonra da bu kartona bütün kâğıtlarını doldurdu. Tamamladığı, yarım kalan ya da tamamen boş ne kadar kâğıt; defter, kalem ne varsa hepsini topladı. Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Zihninde hep o anlar dalgalanıyordu. Karton neredeyse ağzına kadar dolmuştu. Kaldırdı, sanki bütün geçmişini yüklenmiş gibi hissetti. Bir an bile duraklamadan kartonu olduğu gibi sobanın yanına koydu. Bunlar edebiyatın mı son çırpınışlarıydı yoksa onun mu bilemedi. Ama aynı gemideydi nihayetinde, birlikte batıyorlardı. Masasına tekrardan döndüğünde masanın üzerinde sadece çiçek kalmıştı, diktiği yerden yeniden yeşillenmeye başlamıştı. Oradan kaldırıp tekrardan eski yerine koydu ve “Ben senin gibi yapamadım” diye kendi kendine fısıldadı.


Nisan 2020/Taşlıçay