Ağustos ayının ilk haftası yağan yağmur nedeniyle herkes şaşırmış birbirine bakarken, mahallenin yokuşlu yolunun aşağısında biriken suda çocuklar hiç sorgulamadan çıplak ayaklarla zıplıyordu. Gazete kağıtları ile kafalarını koruyabilenlerin şükürlerini zikrettiği sırada Lilly, elinde piknik sepeti ile aylardır planladığı ama yapamadığı piknik için Karagöl ün yolunu tuttu. Patika yolda sakin adımlarla devam ediyor, güneşli bir günmüşçesine gülümsüyordu. Zeus’un gazabına uğradığını düşünen toprak kendini daha bir gevşek bırakıp her adımda batan çamura dönüşüyordu. Beyaz elbisesi içini gösterecek şekilde kirlenip üstüne yapışıyor meme uçları daha bir belli oluyordu. Lilly aklındaki seslerden ne yağmuru duyuyor ne de hissediyordu. “Son gün” diyordu. Bir adım ve bir adım daha. Gölün kenarında durup tam burası dedi. Serdiği kareli örtü anında ıslansa da Lilly babetlerini çıkarıp örtünün tam orta yerine oturdu. Sepetten bir kadeh çıkarıp yanına getirdiği tek şey olan suyu içine boşalttı. Gözünü tek bir noktaya dikmiş otururken kımıl kımıl hareket eden solucanları gördü. Solucanların da beklediği gün geldi sonunda deyip şerefe diye kadeh kaldırdı. Karagölün ikiye yarıldığını fark edince 'şimdi' diye bir ses duydu. Şimdi dedi Lilly. Çıplak ayakla göle doğru bir adım atarken ben bir solucanım diye düşündü. İkinci adım, ben bir maymunum, üçüncü adım, ben bir insanım, dördüncü adım, ben bir Tanrı’yım. O sırada bir ses duydu Lilly, kafasını yağmurdan koruyan bir adamın şükür sesiydi bu. Gözleri fal taşı gibi açılıp gölün içine doğru batarken piknik sepetine girmeye çalışan solucanı fark etti ve son nefesiyle seslendi: Son gün bugün, işte bizim günümüz! Şerefe!