“Islanmasın… Ne olur ıslanmasın!”


Aklımdan geçen tek düşünce buydu. Onca yolu aşıp vardığım bu yamaçta, hayallerimin kuruması değil, avuçlarımın arasındaki kibrit kutusunun içinde kalan son kibrit çöpünün ıslanmasıydı en büyük korkum.


Kalbimin gümbürtüsü, gök kubbenin hırsından çatırdarcasına gürlemesini bastırıyordu. Yanaklarımdan çağıl çağıl akan damlalar, bardaktan boşalan yağmurdan daha coşkulu, daha öfkeli ve daha soğuktu. Her adımımda daha da yapışkan bir ihtirasla ayaklarıma sıvanan balçık, beni olduğum yere mıhlamaya çabalasa da yürümeliydim… Devam etmeliydim… Az kalmıştı… Çok az…


Oysa sabah yola çıkarken hava ne güzeldi. Ben ne kadar mutluydum. Yol ne kadar davetkâr ve adımlarım ne kadar talepkârdı. Bana eşlik eden, tabiatın ruhuydu. İçimi dolduran, cebimdeki kibritlerin umduğum değil, olanca şefkati ve kudretiyle benliğimi sarmalayan içimdeki, var olan güneşin sıcaklığıydı…


Ama artık sabah değil.


Yola çıkışımın üzerinden uzun zaman geçti ve ben artık sadece şimşek parlamalarının yanıp sönen şavkıyla yolunu bulmaya çalışan bir eski mutluyum… Hayatı tek bir kibrit çöpüne bağlı münzevi bir şarlatan… Soysuz bir yakarışa teslim ettiği geçmişiyle, kendi küllerini aradığı geleceği arasına gerdiği jiletten telin, tabanlarını paramparça ederek kanattığı ıstırap içinde bir cambaz… Hiç var olmamış bir yok…


“Islanmasın… Lütfen ıslanmasın!”


Kime yalvarıyordum, bilmiyordum. Kimden lütuf diliyordum, kendimden esirgediğim saygıyı kime layık görüyordum? Gecenin bu kör karanlığında yıldırımlar arasında zar zor seçtiğim, beni hedefimdeki dağın korunaklı yükseklerine ulaştıracak kayalıklara ilerlemeye çalışırken, iki adım ötemdeki sel sularında sürüklenen cesetler tebessümle bakıyorlardı bana… Teslimiyetin huzurlu kucağında hesap gününü arıyorlardı, o günün her gün olduğunda bîhaber… O günün bugün olmasından korkarak.


Avuçlarım sımsıkı kapalıydı… Islanmamalıydı… Yol az kalmıştı…


… Ama ben hiç kalmamıştım…


Kayalıklara ulaştığımda düşüp kalkmaktan paramparça olmuş dizlerim ve dirseklerim kan içindeydi. Ama artık çamurdan kurtulmuştum, daha hızlı yürüyebilir, dağın korunaklı yükseklerine daha çabuk varabilirdim…


… Sabah yola çıktığım zamanki gücüm olsaydı bunu yapmak işten bile değildi… Ama yapamıyordum… Yürüyemiyordum… Yorgundum… Tükenmiştim…


… Son kibrit çöpünün tedirginliği yüreğimi ele geçirmişti…


Hedefime bir an önce ulaşmak yerine, onun ıslanmasını engellemek için yavaşlamayı tercih etmiştim. O beni sıcak tutacaktı… Karanlık basıp da her yer soğuduğunda, onunla ateş yakacak ve yeni sabaha kadar ısınacak, hayatta kalacaktım… Yolda hovardaca harcadığım tüm kibritlerden geriye tek kalan oydu… Tek güvencem, son çarem, yegâne kurtuluşum, hayatta kalma ümidim oydu… Islanmamalıydı…


Yol az kalmıştı…


Ben kalmamıştım…


Son kibrit çöpünün tedirginliği yüreğimi ele geçirmişti…


Artık daha fazla ilerleyemeyeceğimi anladığımda olduğum yere çöküverdim… Avuçlarımın arasındaki kibrit kutusunu titreyen parmaklarımla açarken gövdemi üzerine siper ettim… Sicim gibi yağmur şeritleri sırtımı kırbaçlarken, kurtuluşumu müjdeleyecek bir kıvılcım sesi duyma ümidiyle son kibrit çöpünü kutusundan çıkardım…


Ucunu, kutusunun eczalı kenarına sürttüm…sürttüm… sürttüm…