Hafif bir rüzgar uğultusu kol geziyor etrafta. Yağmur şimdiden kendini göstermeye başladı. Bazı deyimler vardır hayatta. Ne kadar sıradanlaşmış olsalar da başka türlü anlatamazsın bazı şeyleri. İşte tam o anlardan birine kapanıp kalmış durumdayım. Sokakta adeta 'in cin top oynuyor'. -Bunu bu şekilde değil de başka kelimelerde ifade etmek zorunda kalsaydım ne derdim, bilemiyorum. Belki sessizlik, yalnızlık, pişmanlık ve dahası. Fakat insan kısa ve öz ifade edebilmeli bazı şeyleri. O yüzden bu deyimi kullanma ihtiyacı duyuyorum.- Sarıya benzer bir ışık veren sokak lambası aydınlatıyor işte bu sokağı. Benim son sokağım… Bazı düşünceler ve anılar beliriyor kafamda, kimisi rengini bulamıyor kimisi melodisini. İşte bu yüzden bu haldeyim. Ne söküp atabiliyorum zihnimden ne de renge ve melodiye bulayıp hayat verebiliyorum.

Yağmur iyiden iyiye bastırmış durumda. Saçlarımdan süzülen bir damla yanağıma, ardından da usulca boynuma doğru bir yol çiziyor. Ölümün kıyısında bir yerlerde dolaşıyorum. Elimde sıkıca tuttuğum silahın namlusu yüzüme dönük. Ancak kesik kesik nefes alabiliyorum. Birtakım sesler geliyor zihnimin en ücra köşelerinden. Biliyorum, bu zihnimin bir oyunu. Ve hayır, henüz delirmiş sayılmam. Sesler gittikçe artıyor, büyük bir gürültü haline geliyor. Ellerimle kapattıkça kulaklarımı, sanki zihnim ne yapmaya çalıştığımı anlıyor gibi daha da şiddetleniyor sesler. Ta ki geçmiş bir anının filmi perdede oynamaya başlayana kadar.

Yaşam kamerası küçük bir odada köşede duruyor. Üstü tozlarla kaplanmış. Duvarlar kapkaranlık. Tıpkı küçük çocuğun ruhu gibi. Çocuk sessizce yatağında uzanıyor. Hiçbir şey düşünmüyor, sanki düşünme yetkisini kaybetmiş gibi. Ağlamıyor. Sebebi güçlü olmasından veya öyle hissetmesinden değil. Hissediyor bazı şeyleri ve konuşma gereği duymuyor bundan dolayı. Konuşsa da kime konuşacak ki zaten! Kim anlayacak onu!

Dış kapının açılma sesiyle irkiliyor. Fakat bu öyle bir irkilme ki tir tir titremeye başlıyor. Hızlıca yataktan kalkıp dolaba saklanırken çekiyor yaşam kamerası onu. Bu hayattaki sahnesi bitmek üzere. Hüzünlü bir final dolaşıyor ekranlarda. Baba, kapıyı kırarak odaya giriyor. Gözü dönmüş bir şekilde ilk birkaç saniye odanın ortasında dikiliyor. Elindeki biradan son birkaç yudumunu alıyor. Bittiğini görüp sinirli bir şekilde duvara fırlatıyor. Kırılan camların sesi tüm odada yankılanıyor. -Adem sımsıkı olan gözlerini tam bu anda korkuyla aralıyor. Daha fazlasına katlanamazken bir türlü susturamıyor zihnini. Ve gözler kapanıyor, perde devam ediyor.- Çocuk küçücük elleriyle kulaklarını kapatma çabasında, ağlamaya başlıyor. Adem sinirle dolaba doğru yönelirken bir yandan eliyle belindeki silahı gün yüzüne çıkartıyor. Dolap açılıyor, küçük çocuk gözlerini babasına dikiyor. Silahın namlusu çocuğun alnına doğru bir yola çıkıyor. Çocuk kaderine boyun bükmekten başka bir şey kalmayacağını anladığında ağlamayı kesiyor ve o an gerçek katiline bakıyor. Yerdeki cam kırıkları… Kalan son birkaç damlanın döşemede bıraktığı yol. İşte,diyor çocuk, benim gerçek katilim bu şişenin içindeydi. Şimdi babamın damarlarında dolaşıyor. Son düşünceleri bu oluyor çocuğun. Yaşam kamerasına sıçrayan birkaç damla kanla beraber perde sona eriyor.

Gözümü yavaşça aralıyorum bu sefer. Bir damla gözyaşı beliriyor gözümün hemen altında. Tetikteki elim biraz daha sıkılaşıyor. Geçirdiğim bu buhranlı durumuna yaraşır bir söz bulmakta zorlanıyorum açıkçası.

Ne kadar da masumcaydı halbuki içişim, diyorum kendi kendime. Farkında olmadan tükettim kendimi. Biten yüzlerce şişenin gerisinde ben de bittim. Hala nefes alabildiğim, yaşayabildiğim şu anda bile yaşadığımı anlamakta güçlük çekiyorum. Zehir hala damarlarımda dolaşıyor. Beynim tamamen bulanmış halde. Renkler anılara, geçmişim geleceğime dolanmış durumda. Tek bir his gerçek manada ölüme itiyor beni: pişmanlık. Her şeyin ötesine gidebilseydim eğer, o ana gitmek isterdim. İlk yudumu aldığım o ana. Perde yeniden açılıyor ve sahne ışıkları bir sahil kenarında oturan arkadaş grubunun etrafını aydınlatıyor.

Saat gece yarısını geçiyor. Adem huzursuzca yerinde kıpırdanıyor. “Arkadaşlar siz benim kusuruma bakmayın. Biliyorsunuz, evleneli henüz bir ay bile olmadı. Hanım yeteri kadar yalnız kaldı evde. Ben kalkayım.” diyor.

-Dur otur hele, gece daha yeni başlıyor.

-Hiç de içmedin. Bir iki yudum bir şeyler iç öyle git bari be kardeşim!

-Ulan sen de amma hanımcı oldun bir ayda! Bekleyiversin, ne olacak!

Bu gibi sözlerle Adem içmeye ‘birkaç’ yudumluğuna da olsa ikna ediliyor. Sonralarda olacaklardan habersiz… Yaşam kamerası bu sefer denizin üzerinden yükseliyor ve Adem’i çekiyor. Bu soluk çehrede ve bu gözlerde bir zamanlar yaşamın kaynadığını işte bu sahneden anlıyoruz. Perdedeki ışık sönüyor ve perde yavaşça kapanıyor. Eş zamanlı olarak Adem’in de zihnindeki sis duvarı kalkıyor ve gerçek mekana geri dönüyor.

Uzaktan bir yerlerden bir siren sesi kulaklarımı dolduruyor. Şehrin sağır edici uğultusu bir rüzgar tufanıyla kulağıma ulaşıyor. Artık neyin gerçek olup olmadığına karar veremiyorum. Bildiğim tek bir şey var; içtiğim o ilk yudum benden tahmin edebileceğimden çok daha fazlasını çaldı. Gücümü, direncimi, irademi, çocuğumu… Artık kim olduğuma ben bile karar veremiyorum. Sahi, kim bu yağmurlu havada, elinde silahla yerde oturan adam? Ben miyim, yoksa o birkaç yudumun beni benden alıp yerine bedenime yerleştirdiği o katil ruh mu?

Kafamı kaldırıp önümdeki sokağa bakıyorum. Benim son sokağıma… Silahı tutan elimi kaldırıp namluyu yavaşça kafama doğru çıkartıyorum. Artık susmalı, diye düşünüyorum. Artık susmalı anılar, susmalı vicdanım, susmalı gerçekliğim, susmalı farkındalığım. Ve son bir damla süzülüyor yanağımdan, gerisi karanlık.

Farkındayım.

Hiç ışık yok…