“Kendi çirkin ellerine bak önce.” dedi, kendi kendine ellerini yanan mumun alevi üzerinde gezdirip cevaplarını asla bulamadığı soruları düşünürken. Alevin karanlık odadaki dalgalanışına bakarak hayallere dalıyor, göz kapaklarını alevin dansıyla aynı frekansta kırpıştırmaya çalışıyordu; gözlerini açtıkça hep aynı görüntüyü görebilir mi diye. Hayatın da bu dalgalanma ve yansımalardan ibareti mümkün müdür diye düşündü. “Bu kadar yalın cevaplarımız olabilir mi? Öyleyse neden her mahluk kendi ızdırabında boğuluyor, kendisine öğretilen adına da kader denmiş boynu bükük kabullenişe bu düşünmeler yığını altında daha fazla ruhunu ezdirmemek için boyun eğiyor? Gerçek, bu alevin ışığı kadar yalın, basit, çıplakken kendi cevaplarımızı içimize dönerek bulmak yerine neden aksine dışarıda aramaya çalışırız ki?” Hülyalara dalmış halde elini mumun yanan alevi üzerinde düşüncelerinin ritmiyle yavaşça dans ettiriyor; tüten dumanıyla başı okşanmış hissi veren vanilya aromasını içine çekerek, içinde bulunduğu buhranı kafasında çözümlemeye çalışıyordu. Alevin verdiği sıcaklık teninde gezinerek gerçek dünyayı ona hatırlatıyor, kafasının içinde kaybolmamasına olanak tanıyordu. Eli, varoluş sancısı çeken bir dansçı edasıyla farkında olmadan gittikçe aleve doğru süzüldü. Yanan çırasıyla kendisine eşlik eden; oysa kendisi kuruyup gitmeye yüz tutmuş yumuşak renkli bu cılız ateş canını yakmıştı. Aniden geri sıçradı. Çevresinde hayatı gündelik kaygılarla yaşamaya alışmış insanların kendisine sitemleri gibi o da beynine kazınan ezberi; bu iç bulantısından sıyrılması gerektiğini düşünerek kendine kızdı.

“Kendi çirkin ellerine bak önce.” dedi sonra kendi kendine, kendi gerçekliğini hatırlatıyordu ona bu eller. ‘Kendimin.’ diye tanımlamanın ona absürt geldiği başkaları tarafından koşulmuş hayatına geri dönmek için mumu sönüp toparlandı Jülide, sanki insanın kendi kafasından kaçması mümkünmüşçesine.