Şafağın kızıllığı gökyüzünü yavaş yavaş aydınlatırken soğuk İstanbul sabahını bu derece erken karşılamanın garip sevinciyle ağır aksak yürüyordu. Haliç’in hırçın rüzgarını yenice arkasında bırakmıştı. Balat’a kıvrılan yokuşlu yamacın başında soluklandı. Göğüs kafesini zorlarcasına hızlı hızlı atan kalbini elinin sakin bir dokunuşuyla yavaşlattı. Ürperen vücuduyla birlikte kalın paltosuna daha bir sıkı sarıldı. Ah! Şu Marmara’nın acımayan soğuğu, boğazın hırçın esintisi… Gözlerini kısarak bakışlarını yokuşun tepesine odakladı. Balat… İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, aydınlık ve karanlığın, velhasıl-ı kelam zıtlıkları sinesinde en güzel şekilde barındıran bu mekân; iki tekinsiz konuğu ağırlayacaktı o gün. Aydınlığın en uzun sayacında, geçmiş ve gelecek arafında sıkışmış iki yüreğin bitimsiz vuslatı vardı.

Kahvehane aynı sakin ve kocamış haliyle kucaklamıştı onları. Masanın üzerine ürkek, çekingen hallerle elini koydu adam. Karşısında aynı ürkek ve çekingen hallerle oturan kadının da ellerini masaya koymasını diledi. O elleri tutmanın, sonsuza kadar bırakmamanın başka yolu yoktu sanki onun için. Parmaklarıyla masada anlamsız ritimler tutturarak sabırla beklemeye başladı.

Masanın üzerinde duran ellere baktı kadın. O ellerde gençliği, o ellerde umudu, o ellerde hüznü, o ellerde ayrılığı, o ellerde… Ah, o ellerde hayatı gizliydi. Yıllar öncesinin bir toz bulutu yokladı yorgun gözlerini. Yine böyle bir günün aydınlığında, tertemiz çiçeklerle bezeli ellerini, bir daha hiç çiçek açmayacağını bildiği o ellere bırakmıştı. O günden bugüne kadar hiç bahar değmemiş buruş buruş ellerine tiksinerek baktı. Korkuyordu. Tekrar tutacak olursa o elleri, son baharını da orada bırakmaktan korkuyordu.

—Misketlerin hepsi senin mi oldu şimdi, dedi kara gözlü küçük kız. Maviş maviş bakan cam topları ellerinden gözlerine yaklaştırırken gizleyemediği bir hayranlıkla iç çekti. 

—Keşke benim gözlerimin rengi de bu misketlerin içi gibi maviş maviş olsaydı, dedi.

Elindeki keseye umarsızca misketleri dolduran çocuk, istifini hiç bozmadan cevap verdi kızın sorusuna:

—Ama o zaman misketlerden farkı olmazdı ki gözlerinin.

Duyduklarına bir anlam veremeyen küçük kız mızıklanarak elinden bıraktı misketleri.

—Al, hepsi senin olsun o zaman! Keşke! Keşke benim gözlerim de maviş olsaydı da o da senin olsaydı, dedi ve ağlayarak uzaklaştı.

Ardından bakan küçük oğlan çocuğunun yüreğinin çığlığı, Fener Patrikhanesi’nden yükselen çan sesini bastırmıştı.

Yokuşu tırmanmak yorgun ayaklarına ıstırap verse de hedefe ulaşmanın çekiciliği tüm acıları bastırıyordu.

Gelmiş midir acaba?

Hep erkencidir aslında.

Kafasında düşünceler, dimağında anılar, cebinde kutsal hazinesi, dizlerinde derman, yüreğinde hasretler, ağır aksak çıkıyordu yokuşu. 



Kafasından neler geçiyor acaba, diye düşündü adam. Masada gizleyemediği bir telaşla kıpırdanıp duran ellerini, hüzünlü bir umutsuzlukla dizlerine indirdi sakince. 

 Yüreğinde tarifi imkânsız bir sızı hissetti kadın. Ellerini tutmamı istedi, diye geçirdi içinden. Gözlerini ilk defa masadan karşısında oturan adama yönlendirdi. Yüzünden gözlerine kilitlendi bakışları. Taa içine, en içine baktı o kömür karası gözlerin. Güldü anlayamadığı bir hayranlıkla.

Gülüşü cesaret verdi adama. Az önce masadan çektiği ellerini çantasına uzattı. Aradığını bulması uzun sürmedi. Ağır ağır, usul usul bıraktı masaya avuç içinde tuttuğu şeyi. 

İkisinin de bakışları sadece onların bildiği bir anının küçük kırıntısında takılı kalmıştı. Bir bisküvi paketi… Yetim bir çocuk gibi savunmasız ve kimsesiz bakıyordu onlara.

—Onlar bizim gibi değil! 

Onlar farklı! 

Onlar kötü!

Onlar yanlış! 

Onlar! Onlar! Olmaz, dedi annesi. 

O olmaz!

Ondan uzak duracaksın. Bir daha ama bir daha onların evinin önünden, o sokaktan, o mahalleden geçmeyeceksin! 

Annesinin çılgın haykırışları karşısında çaresiz bir kedi yavrusu gibi büzülüyor, konuşmak istiyor ama soluğu kesen bir güç varmış gibi nefes alamıyor ve öylece bu karanlık anın bitmesini bekliyordu. 

Ne uzun bir andı Allah’ım! Annesinin tükendiği bir noktada boşluk yakalamanın cesaretiyle atıldı.

—Neden, diye sordu.

Sorduğu an suratında patlayan acıyla annesinin elinde oluşan kızarıklık, en acı eş zamanlılığı gösteriyordu. 

Gözlerini kısarak kahvehaneye doğru baktı adam. Kimsecikler yoktu. Ama Ayvaz oradaydı. Saçının kenarına yerleşen beyazlar hariç her şey ama her şey otuz yıl öncesi gibiydi. Hızlı bir telaşla içeriyi yokladı gözleri.

—Gelmemiş daha, dedi. Gün iyice ağarmış, vakit çay vaktine dönmüştü.

—Hey! Kahveci, diye seslendi. Taze çayın var mı?

Ayvaz başını kaldırdı, tam bakışlarının karşılaştığı an öte taraftan gelen bir sesle ikisi de irkildiler.

—Hey kahveci! Taze çayın var mı?

Kadının ağzından döküldü ilk sözcük. Dökülmedi de sanki kor oldu yaktı dudaklarını…

—Neden şimdi, dedi kadın.

—Bilmiyorum, dedi adam. 

İkisinin de bakışları masanın üzerinde çaresizce bekleyen o garip nesneye yöneldi. 

—Hatırladın mı, dedi adam.

—Hiç unutmadım ki, dedi kadın.

Seni ve beni bir bütün, bir tam yapan ilk nesneydi. Hiç ama hiç unutmadım. 



Fener Patrikhanesi’nin hiç açılmayan kapısının önünde, büyücek taşlara yan yana oturmuşlardı. Okul çantaları günün yorgunluğunun yansıması gibi yanı başlarındaydı. Başını omzuna yasladığı genç delikanlının tüm kokusunu içine çekiyordu sanki genç kız. Haliç’e bakan aydınlık gözleri umudun en güzel ışığını taşıyordu. Patrikhane’den yükselen çan sesi böldü hayallerini iki gencin. Tam doğrulacakları anda karanlık eller yakaladı bedenlerini. Saçlarının çekildiğini hissetti genç kız. Gittikçe artan karşı koyamadığı bir acıyla koparıldı delikanlıdan. Suratına inen tokadı hissetti genç delikanlı ve ellerinin arasından kayıp giden baharını. Yerlere savrulan bisküvi paketini…

Fener Patrikhanesi’nin çan sesiyle irkildi adam ve kadın. Pazar ayini başlamak üzereydi. Önlerinde duran nesneye bakakaldı bakışları.

—Eskidi paketi, un ufak oldu içindeki bisküviler. Yenisiyle değiştirdim. Tam tamına otuz yıl devam ettim bu eyleme, dedi adam. Kutsal bir hazinenin sonsuzluk bekçisi gibi sadık kaldım bu hatıramıza.

Sustular.

Gün artık yarı zamanını tüketmişti. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığı hayat değirmeninden bir eleklik un almaya gelmişlerdi.

—Nasıl geldin bu saatte buraya, dedi genç kız pencereden korkarak seslenirken delikanlıya.

—Seni yanımda götüreyim mi, dedi delikanlı. Bak, ufacıksın. Çantama sığarsın. Sığdırayım mı seni çantama? Gidelim mi beraber?

Bu sözlere ikisi de güldüler Gülüşleri kısa, hüzünleri uzundu sanki.

—Ya da kolumun altına sıkıştırayım seni, dedi delikanlı. Tam şuraya! Paltomun içine. Kimsecikler görmez. Ne dersin? Gidelim mi beraber?

Hiç tepki vermediler bu sefer. Gülmekle ağlamak arası bir boşlukta kaybolmuşlardı.

Bir kadının çığlığı böldü sessiz sessiz akan günün dinginliğini. Yokuş aşağı geldiği gibi tekinsiz gidiverdi bir anda. 

—Gitmem gerek, dedi kadın. Gün ne kadar uzun olsa da elbet bir geceye varıyor.

Hiçbir şey diyemedi adam. Saçma bir an yokladı etrafı. Yavaşça kalktılar.

—Görür müyüm seni bir daha, dedi adam.

—Kim bilebilir, dedi kadın.

—Gün gecesine kavuşuyor ne kadar dirense de aydınlığına, dedi adam. Doğanın kusursuz döngüsü, farklılıkların mükemmel uyumuyla varlık buluyor. Biz öteki yanımızı beriki yapamadık dedi adam.

Sustu kadın.

Usulca çıktılar kahvehaneden. Geldikleri gibi sessiz uzaklaşacaklardı ki Ayvaz seslendi artlarından.

Bisküvinizi unuttunuz!

Baktılar birbirlerine. Aynı anda, aynı sözler döküldü dillerinden.

—Unutmadık! Bıraktık!

 —Aydınlık günün karanlığını yaşayanlara hediyemiz olsun!