Güneşin ufka veda ettiği saatlerde gelmeyi bir alışkanlık haline getirmişti bu aralar. Sebebini kendisi de bilmiyordu. Tek bildiği; istemsiz, anlamsız bir komuta, karşı konulmaz sadakatle itaat eden ayaklarıydı. Tam kırk dokuz gün olmuştu. Kırk dokuz gündüz, kırk dokuz gece...


Yüzünü son kızıllığıyla denizin üzerine bırakmış, heybetli bir dağ edasıyla duran güneşe çevirdi. Gözleriyle ellerini siper ederek bekledi. Kayıkçı henüz gelmemişti. Hiç bu kadar gecikmezdi aslında. Yosunlaşmış, serince bir taşın üzerine oturdu, sigarasından afili bir duman çekip ciğerinin sızısında bekletti bir süre. Duman içinde efsunlu bir ezgi gibi raks ederken düşüverdi gözleri, gözlerinin önüne. İçinde imkansız halelerle parıldayan, güldü mü ta içine kadar gülen gözleri...


"Çok sigara içiyorsun," dedi, kırık dökük bir kemanın buruk tınısı gibiydi sesi. Gözleriyle gülerek cevap vermişti.

"Gözlerin... İnsanın ruhuna bakan gözlerin... Bana başka bir şans vermeyen gözlerin."


Sırtını okşayan hafif bir rüzgarla irkildi. Kafasını denizin ufkundan karaya döndürdüğü noktada gördü kayıkçıyı. Ağır ağır yanaşıyordu kendisine doğru. Bulunduğu kayadan zıplayarak indi yere. Son kalan umuda sarılır gibi yaklaştı gönül yarenine.


"Gecikmişsin bugün kayıkçı!" dedi genç adam.

Kayıkçı ağır aksak, her zamanki sakinliğiyle yanıtladı onu:

"Deniz..." dedi. "Deniz, delikanlı! Canı istemediği zaman dünyanın en cimri babasına benzer. Sakınır her şeyi evlatlarından. Oysa bilmez ki ben onun hazinesinden payıma düşenin en değersizini isterim. Onu bile sakınır benden."

Delikanlı hüzünle yanıtladı:

"Deniz kabukları..."

"Deniz kabukları ya!" dedi kayıkçı. "Deniz kabuklarını yoldaş etmiyor bana. Biliyor musun delikanlı? Denizin yetim bıraktığı çocuklardır kurumuş deniz kabukları. En eski sevdamdır benim deniz. Her halini, her zaman dilimini severim. Kumsalında ağır ağır yürümeyi, korkutucu dalgalarını seyretmeyi, yazın kavurucu sıcağında serin sularında nefessiz kalana kadar yüzmeyi... Velhasılıkelam severim denizi... Çocukken sahilde umarsızca yatan deniz kabuklarını hep kalbe benzetirdim. Onları toplar, saklar, suda bekletir, boyar, iplere dizer, beş taş oynar, akla gelen her şeyi yapmaya çalışırdık. Deniz her derdin dermanıdır. Böylesi her derdin dermanı deniz, niye kendi evlatlarını yetim bıraksın ki? Her deniz kabuğu denizin engin sonsuzluğunda mutlu mesut yaşayan hayat dolu varlıklardır yolun başında. Gelgitler olur, deniz bir coşar bir durulur, her şey akar. Tıpkı hayat gibi. Savurur o zaman çocuklarını kumsala. Bağrından atar acımasız bir üvey anne gibi. Kusarken onu bedeninden, yaşanmışlıklarını da alır. Kupkuru, yalın, bomboş bir kabuk kalır geriye. Sonsuzlukta kayboluşunu bekler çaresizce. Yine de ayrılamaz ona can veren denizden. Kıyısında hüzünle bekler. Belki bir gün tekrar o tuzlu suyun bağrına kabul edilirim ümidiyle. Doğanın akıl almaz döngüsünden habersiz, çaresiz bekler sonunu. Tıpkı hayatın sonsuz akışında yaşadıklarıyla avunan yorgun bir kalp gibi."


Soluğunu tuttu. Yorulmuştu. Delikanlıya döndü:

"Tam kırk dokuz gün oldu delikanlı. Tam kırk dokuz gün."

"Beni sordu mu kayıkçı?"

"Sormuş olsaydı delikanlı, bildiğin bir sorunun hiçbir zaman cevabını veremeyecek olmanın girdabı yakmaz mıydı canını?"

"Doğru söyle kayıkçı."

"Hakikat görmek istediğinle sınırlı kalmış delikanlı."

"Hiçbir şey yapamadın mı?" dedi genç adam kırgın ve üzgün.


Sustu kayıkçı. Gözlerini ufukta gittikçe kızararak batan güneşe döndü. Hüzünlü bir melodinin imkansız dizeleri yayılmaya başladı sanki dudaklarından. Susmakla konuşmak arasındaki arafta kayıkçıya kısa, delikanlıya asırlar gelen zamanın bilinmez belirsizliğinde kaldılar.

"Sana göre fazla inançlıydı."

Küstahça güldü delikanlı. Öfkeyle yerinden fırladı. "Yeterrrrrrrrr!" diye bağırdı. "İmkansız bir denizin orta yerinde varlık bulmaya çalışan iki deniz kabuğuyduk sadece. Özümüzü kaybetmeden o tuzlu suyun bağrına karışmaya çalışan iki deniz kabuğu. İstemediler. Sığdıramadılar. Yediremediler. Sinesine sonsuzluğu sığdıran koca denize, biz zavallı iki deniz kabuğu fazla geldik." Sustu delikanlı. "Canım yanıyor kayıkçı... Kırk dokuz gün oldu, kırk dokuz! Tam kırk dokuz gün oldu denizin bağrından koparılıp atılalı. Kayboldum kayıkçı."


Sustular. Kayıkçı elinde tuttuğu deniz kabuklarını doldururken torbasına, usulca kalktı ayağa. "Hadi!" dedi delikanlıya. "Artık gitme vakti. Boşuna bekleme buralarda. Deniz fırlatıp attığın deniz kabuklarını sana geri vermez, vermedi, vermeyecek, vermemeli. Taaaa kalubeladan beri."