Delicesine kavuran bir güneş vardı gökyüzünde. Önüne eğildiği çamaşır leğenindeki sular buhar olup uçmaya başlamışlardı. Elleriyle ovuşturduğu giysilerin kirini mi, yoksa yüreğinde katran karası olmuş ağılarını mı akıtıyordu bilinmez. Hüzünlü bulutlar dolaştı gözlerinin her bir hücresinde. Ha düştü ha düşecek gözyaşına engel olmak ister gibi derin bir iç çekerek ayağa kalktı. Önündeki çamaşırlarla özdeş olmuş köpüklü sulara bakarken içini titreten hatıra bulutları yokladı bal rengi gözlerini.


Kamışlı!


Seydun ana kederliydi yine bugün. Kahve kavuran kınalı ellerinde sebepsiz bir telaş, göğüs kafesinde anlamsız bir korku vardı. Kavurduğu her bir kahve çekirdeğiyle daha da kavruluyordu bedeni sanki.


-Meyroooooo! Meryemmmmm! Fat'ımaaaaaa! diye seslendi anlamsızca eşiğe doğru. Ses gelmedi beklediği yönden. Kaygıyla doğruldu. Bu kez daha güçlü, daha baskın bağırdı.


-Meyyyyrooo! Fat'ımaaa!


Sarı örükleri kalçasına değen Fat'ıma, kucağında tuttuğu minik Meryem'le beliriverdi eşikte. Korkmuş, ürkek sanki birer üzüm tanesi olan gözleriyle, soru dolu bakışlarıyla baktı anasına. Seydun ana aynı korkulu nefesle sordu:


-Hüseynn nerede?


İrkildi bir anda Fat'ıma. Çamaşır leğenine kaydı gözleri. Tekrar çöktü isteksizce leğenin başına, ovuştururken çamaşırları gözünden damlayan her bir gözyaşı zerresi, kirli köpüklü suya karışıyordu. Ah gözleri ah! Ağlamaktan ufacık kalan göz bebekleri. Oysa babasının besni üzümüydü onlar. Yürek sızısı daha bir arttı. Ah babam, dedi. Ah babam!


Kafile!


Seydun ana delirmiş gibiydi. Göz bebekleri kadar korku kaplamıştı bedenini. Hep duyduğu ama bu köye gelmez dediği eşkıya Perihan ve onun zalim oğulları... Kızlarının üzerine kapandı adeta. Sanki onları tekrar karnına sokmak, tehlike geçene kadar orada saklamak ister gibiydi. Ah Seydun anam ah! Ne bilirdi ki ayrılık ve zulüm hep eşkıyadan olmaz diye.


Yunup yıkadığı çamaşırları koyduğu sepeti yüklenerek doğruldu Fat'ıma. Sanki bedeni zemheri ayazına tutulmuş gibi tir tir titreyerek ilerledi dama doğru. Son bir güçle "Ya Allah" deyip içi çamaşır dolu koca bakır leğeni kafasına yerleştirdi. Tülbendinin altından sallanan kalın örüklerini iki yana savurarak çıktı merdivenleri. Güneşe siper ettiği beyaz teninde hissettiği, adını koyamadığı bir acı vardı. Ah beyaz yüzü!


Kafile!


Seydun ana yaklaştıkça Fat'ıma kaçıyordu. İyice sabrı taşmıştı.


-Kız buraya gel diyorum sana!


Ürkek, korkak bir kedi misali sindiği yerden ses verdi Fat'ıma:


-İstemiyorum ana! İstemiyorum!


 Seydun ana çaresizliğin en derinini yaşıyordu. Kömür karasına bulaşmış ellerinden daha da kara olan yazısına ağlıyordu için için. Son bir gayretle doğruldu. Sindiği kuytudan çekip çıkardı Fat'ıma'yı adeta bir kaplan pençesiyle. Kollarının içinde çırpınan can paresinin yüzüne sürdüğü her bir kömür karasında, kapkara oldu yüreği. Kömürün kara yazgısı, sanki kalbine mühürlenmişti. Bir daha aydınlığı görememe pahasına.


İrkildi Fat'ıma. Silkelediği çamaşırdan mı yoksa yüreğinde birikmiş asırlık kaygıdan mı bilemeden irkildi. İstemsizce yanağına, yüzüne kaydı elleri. Bir pamuk hassaslığı ve güzelliğinde olan kadife dokulu pirüpak teninde dolaştı elleri. Ah! dedi. Kimsenin duymayacağı, hiçbir zaman da duymadığı ince bir feryatla.


Kafile!


Seydun ana kucağında tepinerek ağlayan iki kızın feryatlarına tıkamıştı kulaklarını. Yüreğindeki feryat daha baskındı çünkü. Yürüyüşünü zorlaştırsalar da pes etmeden hedefe ilerliyordu. Üzerinde sineklerin kımıl kımıl oynaştığı paslanmış tenekenin yanında indirdi asilik eden kızlarını kollarından. Elleriyle savuşturdu sinekleri. Güç bela açtığı kapaktan yayılan kokudan iki defa üst üste öğürdü. Üçüncüde tuttu nefesini. Elleriyle karıştırdı çöpün içini. Gözünden akan yaş kurumuştu sanki. Yapmaya çalıştığını tamamlayınca hızla döndü kızlarına. Önce Meryem'i kucakladı. Öptü kocaman yanaklarından. Çocuğun ağlaması, çırpınması vız geldi ona. Tenekenin içine bırakıverdi hızla. Yükselen feryada hiç aldırış etmeden hışımla Fat'ıma'ya döndü. Fat'ıma susmuştu. Yazgısına hazır bekliyordu olacakları. Göz göze geldiler anasıyla. Onların ana kız buluşan bakışları öyle hazin öyle hazindi ki...


-Besni üzümüm!


 Kollarından kayarken tenekenin içine, cehennemin içine yuvarlanmış masum bir esirdi sanki. Tek avuntusu kolları arasında duran küçük kız kardeşiydi.


 Ohh! diyerek uzun bir soluk aldı Fat'ıma. Sanki anlamsız kederli bir kuş gelip göğüs kafesine konmuş, sürekli pençe atarak soluğunu kesiyordu. Yavaşça indi tahta merdiveni. Elindeki boş bakır leğeni yere bıraktı. Çöktü olduğu yere.


Kafile!


Nusaybin sınırına varmak üzerelerdi. Rehberlerinin dediği yönde ilerliyorlardı. Seydun ana yorulmuştu artık. Hüseyin ve Meryem'i tutan kolları uyuşmuştu sanki. Bir başına yürüyordu Fat'ıma. Yersiz yurtsuz bir kafilenin, daha şimdiden ötekileştirilmiş kurbanı gibi, bir başına, yalın ayak, çaresizce yürüyordu.


Doğruldu çöktüğü yerden Fat'ıma. İşi, gücü, ocakta aşı vardı onun. Hızla mutfağa yöneldi. Bakraçtaki sütü, bakır tencereye döküp az önce çamaşır için ısıttığı suyun, közlenmiş ateşine bıraktı. Divana takıldı gözü. Çorap şişlerini ortada bırakmıştı. Maazallah oğlanlara zarar verirse diyerek endişeyle sakladı divanın altına. Ah analık, dedi yüreği. Ah canım anam! Ah!


Kafile!


Bu kadar güzel bir evi ilk defa görüyordu Fat'ıma. Nereden görecekti? Köyün dışında bir dünyası olmamıştı ki onun hiç. İyi insanlardı. Yıkanıp paklanmasına izin verdikleri gibi, temiz üst baş da vermişlerdi ona. Ördüğü saçlarıyla ürkerek yanaştı yanlarına.


-Anam, kardeşlerim nerede?


Cevap veren, verecek olan olmadı hiç. Açılan kapıdan kara yağız bir delikanlı süzüldü içeriye. Keskin bakışlarından irkildi Fat'ıma. Bir anda elleriyle belini kavrayan genç adamın, yüzünde beliren hoşnutsuzluk sözlerine yansıdı:


-Bana getirdiğiniz kadına bakın. İki elimin arasında kayboldu beli.


Hışımla çektiği elleriyle geldiği gibi gitti odadan. Gitmeyen bir şey kalmıştı Fat'ıma'da. Kökleri koparılmış, parça parça edilmiş bir çiçeğin hayat bulan son yaprağıydı.


Şaşkın bakışlarla tencereye yöneldi. Süt ha taştı ha taşacaktı. Yüreğini sıkan mengene gittikçe artıyordu. Sütü karıştıran eline baktı. Kınalı parmak uçları kanıyordu sanki.


Kafile!


Seydun ananın çığlıkları gece boyu dinmemişti. Ne kapıyı açan olmuştu ne çığlığına cevap veren. Fat'ıma o eve gömülmüştü. Sabahın ilk ışıklarıyla gücünü son kez toplayıp bağırmaya çalıştı. Sesi artık onda değildi. Garip bir inilti çıktı boğazından. Sadece duyanların bileceği kâinatı yırtan bir çığlıktı onun feryadı.


Gözündeki yaşları tülbendiyle sildi Fat'ıma. Yavaşça indirdi tencereyi yere. Sanki kalbine bıçak saplanır gibi oldu. O ses... Ah o ses! Hiç gitmeyecek o ses.


-Sen bizden değilsin! Bize ait değilsin! Değişmelisin! Dönüşmelisin!


Dönüşürken kendine yabancılaşan varlıklar gibiydi. Oysa tek bir sorusu vardı hayata. Yanıtını hiçbir zaman alamadığı, alamayacağı tek bir sorusu... "Hüseyin'i görür müyüm bir daha?"