Susarak anlattığımız ne çok şey var. Konuşarak anlatamadığımız şeyleri belki anlarlar diye. Duruşumuzdan, bakışımızdan, gözyaşımızdan... Nafile sonuç değişmiyor. Susuyoruz ama sıra bize gelsin diye, anlamak için değil yekdil olmak için değil. Ana mana katan sadece sözler değil tevekküllü bir susmadır çoğu zaman.


Herkes konuşabileceği birilerini arıyor ama bize lazım olan beraber susabileceğimiz kişilerdir belki de. Uzun uzun, derin derin. O zaman bakmanın ötesine geçip görmeye başlarız, kim bilir.


Evlerimizdeki ışıklar eskiden hep sarıydı. Giderek beyazlaştı. Beyazlaşırken de evi ev yapan şeyler de bir bir kayboldu. Beyazlar nereye gitse orayı mahvetmedi mi zaten! Bir ışığın rengine sığındığımız onda geçmişimizi, anılarımızı, değerlerimizi bulduğumuz günlerdeyiz. Kaybetmemeye çalışıyoruz lakin elimizden gelen; güzel şeyleri, nenelerimizin en değerlilerini sakladıkları o ceviz ağacından yapma eski ama ağır, gösterişsiz ama çok değerli olan sandıklarında sakladıkları, maneviyatının maddiyatından yüzlerce kat fazla olduğu eşyalar gibi gördüğümüzde yüzümüzde tatlı bir tebessüm, zihnimizde berrak bir olay olarak daha sonra anlayabileceğimiz anılara dönüştürmek. O zaman özümüzü hatırlayıp sözümüzü anlamlaştırırız.


Ne çok şey var, sadece kendimize anlatabildiğimiz. Bazen bir tavan arasında çoğunlukla battaniye altında uyuduğumuz sanılan anlarda. Oysa zihnimiz bir er meydanı, bir çıkmaz sokak, boş bir oda, uçsuz bucaksız bir labirent.