Bazı zamanlar gün gerçekten aymazdı. O zamanlarda “Günaydın.” diyenlerden nefret ederdim. Normal günlerde bile bu sözü kullananları pek sevdiğim söylenemez. Genel olarak günaydın sözüne “Haberim var.” demekle yetinirdim. Gün, aymadığı yetmez gibi bir sonraki günü bile beklerdi o zamanlar. O günlerde beynim koltuk altlarıma doğru akardı. Sürekli bir gerginlik ve mutsuzluk beni sarmalardı. Evet, tam da o Ağustos ayında adının hakkını veren dolmuşa binmişim gibi bir gün olurdu. Suratımda ekmeği elinden alınmış esnaf tipi oluşurdu. Dükkâna gelen her müşteriyi bıçaklamak istiyor gibi olurdum. Neyse ki esnaf değildim.


Böyle kendini bilmez bir güne yine uyanmıştım ama bundan haberim yoktu. Annemin her sabah olduğu gibi temizlik sesleri uyanmamı sağlamıştı. Telefonumu aldım ve geceden açık kalan şarkıyı kapattım. Güne enerji dolu başlamak için bir Ferdi Tayfur güncellemesi yapacaktım kendime. Henüz şarkıyı yeni açmıştım ki annem yine kapıya dokunmasıyla açmasını aynı anda yaptı. Bence kapıyı çalma eylemine girişirken aynı anda kapıyı açabilmeyi sadece anneler becerirdi. Annem, insana dünyadaki cenneti yaşatırcasına gülümserdi. Yine o gülümsemesiyle “Günaydın.” dedi. O gülümsemenin altında bu sözcük olsa bile insanın yüzünde tebessüm oluşurdu. Benim yüzümde oluşmadı. Normalde oluşurdu ama annem, sabahın bir vakti bana günaydın diyorsa kesinlikle o kendini bilmez güne uyanmışımdır. Anne lütfen devamını getirme, dedim. Ne diyorsun der gibi bakıyordu. Beni perde asmak için doğurduğunu bilsem doğmazdım, dedim. Gülüyordu ve aynı zamanda odamın perdesini de söküyordu. Daha kirli bile değil onlar diye ikna etmeye çalışsam da gözü dönmüştü bir kere. Bir tane oğlum var, bir daha olsa ona astırırdım diyerek çıktı odadan.


Elin adamları çocuklarından halı saha takımı çıkarıyor benim kaleye koyup şut çekeceğim bir erkek kardeşim bile yok diyerek evin içinde bağıra bağıra hazırlandım. Perdeler makineden çıkmadan önce evi terk etmek istiyordum. Ablamın perdeleri takması fikri de onun boyu yetişmez diye çürütüldü. Küçükken bana cüce diye dalga geçmesini biliyordu diyerek kahvaltı bile etmeden evden attım kendimi. Bir süre vakit geçirirsem dayanamaz o perdeleri asarlar diye umut ediyordum.


Bomboş yürüyordum sokaklarda. Yıllardır yaşadığım şehirde yeni yerler keşfediyordum. Elimde bir simitle evden kovulmuş çocuk havasını verdim kendime. Üvey evlat mıyım diye düşünüyordum. Bir anne evladına bu işkenceyi yapamaz diyerek simit yutmaya çalışıyordum. O sırada ücra sokakların birisinde kırık dökük bir binanın girişinde bir tabela gördüm. “Hint Horozlarını Koruma ve Yaşatma Derneği” yazıyordu. Vay be, bunun için dernek mi varmış diye şaşırırken simit bitmişti. Uzun bir süre izledim sanırım tabelayı diyerek yürümeye devam ettim. O sırada perde konusu hâlâ aklımda olduğu için acaba ben de bir dernek mi açsam diye düşündüm. Düşüncem çok sürmeden belki vardır diye önce araştırayım dedim. Google’a girdiğim saçma terimler rağmen Google beni anlamıştı. Direkt karşıma bir adres çıktı ve yürümek için yakındı bile. Sanırım burası derneklerin olduğu bir mahalle demiştim. Derneğe doğru ilerledim.


“Perde Asmak İçin Dünyaya Gelenler Derneği” tabelasını görünce direkt kapısını çaldım ve içeriye girdim. Birkaç kişi oturuyordu. Önlerinde perde parçaları vardı. Yüzlerinde elinden ekmeği alınmış esnaf suratı olsa da oldukça sıcak karşıladılar beni. Tanışma muhabbetlerinden sonra başkan, hikayesini anlatmaya başladı.


“Bu derneği ben kurduğum için başkanlık yapıyorum. Baskete merak salmıştım küçük yaşlarda. Kendimi de geliştirdim. Şehrin basket takımının alt yapısında kaptanlık bile yaptım. Önemli bir maç günü sabah perde astığım için maçta kollarım yok gibiydi. O maçı benim yüzümden kaybettik diyebilirim. Ondan sonra kulübe de gidemedim. Boyumun kısalma gibi bir durumu olsa keşke diye dualar ediyorum. Eskiden sadece bizim evin perdelerini asardım ama artık mahallenin perdecisi oldum. Bazıları merdiven bile vermiyor. Verseler de tutan yok. Bak, bu arkadaşın durumu da öyle. Sen anlat kardeşim.”


“Anlatacak bir şey yok başkanım ya. Her şey oldukça net görünüyor. Üç gün önceydi annem merdiveni tutmak yerine telefonda teyzemin kaynanasının kalan günlerini hesap ederken düştüm. Üç gündür alçıda.”


“Çok geçmiş olsun. Ben de çok korkarım merdivenden, sandalyeden ama çaremiz yok. Ben henüz asmadım. Asılacağını fark edince evden kaçtım. Derneği de ilk defa gördüm. Görünce gelmek istedim.”


“İyi etmişsin kardeşim. Bugün bir basın açıklamamız olacak. Biz de o yüzden sakat olmamıza rağmen geldik. Sen de katıl aramıza.”


“Tabii çok sevinirim. Sizin eliniz neden sürekli havada?”


“Soruyor musun, gerçekten bunu?”


“Anladım, özür dilerim.”


“Sorun değil, kardeşim. Sen kusura bakma gerginiz haliyle.”


Sohbetimiz bir süre böyle devam etti. Herkes perdeli anılarını anlattı. Anlattıkça gözyaşlarımıza hakim olamadığımız anlar da yaşandı. Ortadaki perde parçaları gözyaşlarımızı silmek için kullanılıyordu.


Böylece zaman biraz daha geçmiş ve basın açıklamasının da vakti gelmişti. Hep birlikte meydana doğru ilerledik. O sırada nasıl kalabalıklaştık haberim yoktu. Başkan, ilk defa geldiğim için bir misafir gözüyle beni yanına almıştı. Kameralar, polisler, anneler ve yüzlerce kişi bizi dinliyordu. Ben de oldukça gaza gelmiştim. Başkan konuşması esnasında “Bu arkadaşımız bugün evden kaçmak zorunda kalan bir genç. Gençliğimiz böyle çürütülüyor.” dediği esnada mikrofonu elime aldım ve konuşmaya başladım. Ben konuştukça arada alkışlar ve sloganlar eksik olmuyordu. O sırada telefonum çaldı. Mikrofonu başkana uzatarak “Babam, açmak zorundayım.” dedim. Bütün insanların gözü önünde babamın “Çabuk eve git, o perdeleri as! Televizyonlarda bizi rezil etmediğin kalmıştı.” diyerek yüzüme kapatmasından sonra yalan bir tebessümle telefonu kapattım. Neyse ki duyan yoktu. “Stor perde hakkımız, söke söke alırız!" diye bağırdım. İnsanlar da bağırmaya başladığı esnada aralarından sıvışarak evin yolunu tuttum. Perde asmak kaderimiz, stor perde ise hayalimizdi.