Terasındaki çiçeklerin, gökyüzünde kanat çırpan kuşların farkında olduğu gibi, o da farkında gibi buradaki en güzel şey olduğundan. Bir duvarı ebatı ile kalabalıklaştıran büyüklüğe sahip bir aynanın karşısında, kendisini uzun süre seyredip yumdu gözlerini. Elinden düşürmediği kahvesini yanına koymuş, unutmuştu. Kendi kendine konuşmadan duramazdı yalnızken, fakat bu sefer sadece dinlemek istiyordu. Yalnızlığın verdiği güven duygusunun yanlış bir tanımlama olduğunu bilmiyordu. Şu anda yalnız olmak istemiyor olmasıyla bile fark etmeyecekti. Gözlerini açıp yeniden seyretti kendisini. Karşısındaki yansımasının yerine koyacak birini aradı, hayal edemedi. Hayat en çok bu acımasızlığı yapmıştı ona. Zaman geçmeye, bağıra çağıra insanların mutluluğunu çalıp denize sunan bir meltem esmeye devam ediyordu. Yeni bir kahve daha, hasta olmaktan korkuyor fakat ölmek istiyordu. Tüm acılardan, anılarından, gündüzünden, gecesinden ölmek istiyordu. Gökyüzünden ölmek, denizden, terastan, kahvesinden. Bir anlam taşımamak var olup, var edilmemiş gibi hiç olmak. Sandıklarıyla ziyan ettikleri olduğundan ölmek istiyordu. Aynanın karşısında gördüğü suratın değiştiğini fark ettiğinde, ölmek istiyordu. Yudumlamaya devam ettiği kahvesine bile kızmak ister gibiydi aynadaki adam, yaşamasına engel sayıyordu. Onca anlamı gayet açık kelimelerin kurtuluş olduğunu kendisi de farkında olsa da lüzumsuz, o kadını bilmek istiyordu. Kimi zaman kendisini dinliyordu o adamdan, halbuki kendisini anlatıyordu adam. Nasıl bir şey öğrenecek, kendisinden nasıl bir sevgi göreceğini; diğer herkesin canını acıtmak istercesine masum, bir türlü teslim olamayacak kadar korkak. Ve aşk öğretecek adama, intihar etmek için elbet bir nedenin olacağını.