Bu çağın içinde sıkışmış kalmışım. Yüküm çok büyük, yükümü kaldıramadığım zaman dilimlerinde bir yerlerde beni anlayan insanların var olduğu geliyor aklıma, bir nebze de olsa rahatlıyor yüreğim. Virane penceremin kenarlarından geçen rüzgarın yüzümde yarattığı etkiyle tebessümüm sarıyor her tarafı. Güneş penceremden süzülüp oturuyor yanıma, bakıyorum ona. Anlamadığımız hissiyatlar içinde oturuyoruz birlikte. Şefkatle elini uzatıyor bana, "gel" diyor, "gel". O şefkatini, sıcaklığını bile hissedemiyorum. Lakin sanki, sanki yüreğim onun yanında... İçimdeki cümlelerin öldüğü ve de bunu kimsenin duymadığı, bilmediği bu lahzalarda güneşin sakin, sessiz huzuruyla başımı omzuna koyuyor, sükûneti görüyorum. Hissediyorum, huzur var. Bana "Seni anlayamayan insanların içinde öleceksin milyonlarca kez, lakin seni anlayabilen yürekte mucizen, umudun olacak." diyor. Dediklerini anlıyorum. Her bir cümlenin manasını taşıyorum yüreğimde ve tebessümümde saklıyorum acılarımı. İçimdeki nahif minnettarlık ve şefkatle bakıyorum ben de güneşe. Susuyorum, hüznümle başımı omzuna koymaya devam ediyorum. İçim acıyor, göğüs kafesimdeki ateş gözümün önüne geliyor. İzleyemiyorum... Bir "ah" bile çıkamıyor içimden artık. Kelamsızlığı görüyorum bu sefer de. Kelamsızlığı hissediyorum ruhumda. Konuşulamayan cümleler birikiyor, birikiyor ve kaybettiriyor bana kendimi. Amansız, bomboş gözlerle yaklaşıyorum her bir anda. Anlarım ziyan oluyor. Lakin sanki hiçbir şey gelemez artık elimden. Öyle derin bir sessizlik içinde kendimi sükûnetin ölümüne hazırlıyorum. Çünkü biliyorum, hep az olandır sükûnet ve birazdan ondan da ayrılacağım. İçimde derin bir acı hissiyatla veda ediyorum ona. Attığım her bir adımda kalbim yalvarıyor çaresizce. "Gitme, gitme..." Olmuyor... Olamaz, yapamam. Bırakıyorum o ana ait her şeyi ve gücün kollarına sarılmayı arzulayarak yürüyorum apansızca. Yok olarak, yiterek gidiyorum. Parçalanacağım zaman dilimine durmadan yürüyerek yaratılacak sahnelere bırakıyorum kendimi. Her şey bitti işte.