Gene her şey düzelecek umuduyla yatıp her şeyin aynı bok olduğu bi sabaha uyandım. Pencereden sızan güneş, yüzümü falçatalıyorken ben ayıldığım bu yeri tanımaya uğraşıyordum. Kararmış nevresim ve üzerimdeki bitli battaniyeye bakacak olursak çöpten hallice bi yerdi. Ovuşturduğum gözlerim çirkinliğimi resmedecek bir ayna arıyordu. Çirkin olduğumu göremeyecek kadar talihsizdim, yönümü tuvalete çevirdim sonra. Midemdeki vatandaşları sifon ekspresiyle hürriyetin ana vatanına gönderecektim. Boğazıma erişmeye yeminli parmağım muvaffak olmuş olmalıydı aksi hâlde tıkanan bu gidere mantıklı bir gerekçe bulamazdım. Elime yüzüme gelişigüzel birkaç su darbesinden sonra her sabahki yeminimi ettim, artık o son kadehi fondiplemeyecektim. Zaten ardı arkası kesilmeyen bildirimlerle tir tir titreyen telefonum da bu yeminimi haklı çıkarıyordu. Arama geçmişine bakmak dahi istemiyordum, zira bini bir para olan pişmanlıklarıma bir yenisini daha eklemek en son isteyeceğim şeydi. Düşünmeden yaşıyor, geleni kabulleniyordum çünkü. Rüzgâr karşısında bir yaprak veya suya bırakılan kağıttan bir kayık gibi. İrademin kısıtlı idaresi beni sığ bir özgürlüğe köle etmişti. 


Hayatım yazsam roman olur cinsinden değildi. Bir satıra denk düşse bile kafi gibisindendi. Ama o satırı bile yazmak istemiyordum. Çünkü tahammülüm yoktu yaşantıma. Sadece bir oyalanma safhasıydı benim için. Bir yerde okumuştum hayatınıza anlam katın, gidin bir uğraş bulun falan yazıyordu. İntihar metodlarını hobi edinebilirdim aslında. Sonra da ardımdan adam işini ölümüne sevmiş falan derlerdi. Bunu yaparken de geçmişe göz atardım belki.

Bu kısımdan pek emin olamadım nedense. Çünkü bana öyle geliyor ki, hayatım bi film şeridi gibi gözümün önünden geçse o şeridi yakmak için çakmak arardım sadece. Pişmanlıktan ibaretti çünkü bu filmin teması. Huzursa arada ufak ufak tiratlar atıyordu hepsi bu. Onun dışında bu filme baskı, şiddet ve ibret alınası pişmanlık sekansları hakimdi. 


İmamından muhtarına, memurundan bakanına, hocasından rektörüne kısacası ben hariç herkes bu filme dahildi. Ve hepsi de final diledikleri gibi bitsin istiyorlardı çünkü ortada yitik bir yaşam olmalıydı ki herkes bu sayede anlık kıyaslarla kendi hayatlarına boyuna şükredip dursunlar.


Ama ben bu değildim, bu dünyaya kimsenin şükür kaynağı olmaya gelmemiştim, onları medite etmek benim işim değildi. Bir imam, bir hoca mutlu olma gayesindeyse benim ömrümdense önüne bakmalıydı. Bırakmalılardı yaptığım yanlışı, girdiğim günahı, ben pusulasını çatır çatır ayakları altında ezmiş bir seyyah olmayı yeğliyordum çünkü. Bana hükmedenler için de geçerliydi bu önerme, bıraksınlardı onlar da hayatımı, alanımı işgal etmektense bir lobut gibi devrileceğim bir alan açsınlardı bana. Böyle dediğimde şükür ve ahlaktan yoksun bir kural tanımaz had bilmez oluyordum. Ne kadar dolaylasalar da bunun direkt olarak farkındaydım. 


Şükürsüz ve ahlaksız olduğum kesindi, lakin had bilmez olduğum konusuna katiyen katılmıyordum. Çünkü benim Sokrates’in aksine bildiğim tek şey hiçbir şey bilmemem değildi. Neyse ki haddimi biliyordum. Lakin Sokrates’e çatıp bu iddiamı da bir güzel boşa çıkarıyordum böylelikle. Neyse tüm tezatları aynı anda tuvalinde barındıran bu hayatta benim payıma da düşen çelişki, bu olsundu. Gene de kabul ettiğim tek kısım şükürden yoksun oluşumdu. 


Evet şükürsüzdüm, evet isyankardım çünkü yirmi yıl boyunca şükretmek yalnızca kanser etmişti beni. Elimden işimi, arabamı ve bankadaki paramı almıştı. Hayatımı da al ulan dediğimde bir kere ölmen adil olmaz seni her gün gebertip tekrar diriltmek gerek demişti. Böyle bir senaryoda nihai sonu merak etmeye gerek var mıydı? Sonum belliydi zaten en afili mükafata bile yükselemeyen leşimi sekiz milyar akbabadan birkaçı nasiplenecekti. Doğada çürüyeceğim günü dört gözle bekliyordum o yüzden. Zaten hâli hazırda içten içe küflenmiş bir ben vardı. Sadece içimin dışa sirayet etmesi lazımdı ve bunun içinse zaman gerekiyordu. Evet, zaman...


 Sizin her şeyin ilacı sandığınız zaman, sanrılarınızın aksine bana merhem olmaktansa beni abandone eden nakavtlık son yumruğu vuruyordu bana. Ama her şeye rağmen raundlar kısalmalıydı. Bunun da yalnızca iki yolu vardı: biri gündüz biramı servis eden bar, diğeriyse çilingir soframı kuran Hataylının meyhanesiydi. İşte ben de günaşırı yürüyordum bu kestirmelerden ama bu yollar da bezdirmişti beni. Ciddi manada bıkmıştım, tükenmiştim. Her geçen gün de birer birer imkanlarımdan oluyormuş gibi hissediyordum kendimi. İlk başlarda eskisi gibi rahat soluyamamaya başladım. Sonra her zamankinden önce yıkılmaya derken, yürürken daha çok sekmeye, kendim hariç her şeyi unutmaya. Hadi hepsi neyse de sonuncusu hakikaten fenaydı. Düzgün ve dengeli yürümek, derin derin nefes almak aşılamayacak şeylerdi zaten. Düzelmesi elimde olmayan sorunlar için kendimi heba etmem nafileydi. Ama unutkanlık, ah o unutkanlık! İşte bununla başa çıkabilirdim. Gel gör ki kahretsin, her şeyi unutuyordum. O kadar unutkandım ki unutkanlığımla başa çıkmayı bile unutuyordum. Bir gün saatimi, bir gün gözlüğümü, bir gün mesaimi, bir günse çakmağımı . Evet çakmağımı, yokladığım ceplerim onu gene unuttuğuma işaret ediyordu, ne yazık. Henüz yokuşun başındayken ağzımdaki cigarayı ateşleyemiyordum bile. Ve ne büyük talihsizliktir ki yegane isteğim ölüme ulaşmanın tek bir yolu vardı.

O da şuydu: Kartonlarca nikotini, her fabrikanın karbonmonoksitini içime gömüp o yokuşta ciğerlerim patlayana kadar Usain Bolt’u oynamak.