Öyle anlar vardır ki dilin lâl olur.Hiç bir kelime dökemez sinendekini dışarıya...Biçare geriye elinde kalan tek melceğindir (sığınak ) sükût yani sessizlik...Anlarsın ki vakit sükût vaktidir...Avazın çıktığı kadar susarak bağırırsın...Hele bir de bu sessiz çığlığını duyanın varsa var mı senden bahtiyarı! ....
Mevlana ile Şems bir odanın içinde 40 gün boyunca susarak konuşurlarmış...Halden bilmez densizler ileri geri konuşup dururlar onlar hakkında...Nadâna bakma sen .Ne büyük talihtir böyle bir insana denk gelebilmek ...
Konuşan gönüllerdir esasında...Dil bu yükü taşıyan bir ameleden fazlası olmamıştır hiç bir zaman...Gönlüyle konuşan, gönlüyle yürüyen, gönlüyle yaşayan ,yazan- çizen insan ölümsüz izler bırakır hayatlara...
Gönlünün sesini duymayana yâr mı denir dost mu denir sen söyle...Birilerine rolleri takışıtırıp duruyoruz...Koca,karı ,dost vs.Ne de kolay yakıştırıyoruz değil mi...At imzayı evlisin.Peki ya kalp imzası?... Hormonların adı AŞK olmuş...Tatmin olduğunda bu hazlar ne kalıyor geriye...Nothing....Bi torba dolusu antidepresanlar seni bekliyor o vakitten sonra...Bunun adı da evlilik oluyor!..
Demek istediğim şey hayatı fazlasıyla tüketmeye alıştırıldık.Gelip geçici heveslere kapılıp vakit öldürmekten başka bir şey değil yaptığımız.Hayata, insana , doğaya, tabiata baş gözüyle değil cân gözüyle bakabilmek gerek...İşte o zaman anlam ortaya çıkar.Neşet bananın ifadesiyle bu 'yoksuzluk' girdabından kurtulmuş olursun.Yunus Emre ile kapanışı yapalım o halde. "Ölen ten imiş cânlar ölesi değil".