“Nergis, 35’inde var yok. Gözleri kan çanağı, saçları tepeden hep toplu, pantolonunun kemerinde üç ayda bir açtığı yeni delikler son seferkiyle leğen kemiğine dayandı.
Sol ayak baş parmağının kenarındaki kemik çıkıntısı için geçen ay doktora gitti. ‘Halluks Valgus’ dedi doktor. Kemiğin ismi buymuş. “O önemli değil ama ayakkabıya dayanıyor.”
Elmacık kemiğiyle burnunun birleştiği yerden dudağın kenarına doğru iki yandan inen çizgiler son bir iki yıldır biraz daha belirginleşti. Sabahları aynada fark ediyor etmesine de fabrika servisi kapıya dayandı, vakit yok incelemeye.
Bir kase yoğurt ve bir kase çorba ile geçirdiği öğle molasından sonra gücü iyice düştü, ustabaşının hız uyarılarına yetişmeye çalıştı ama nafile. Daha elindeki malları bitirmeden saat 6’ya dayandı.”
“Dur!” dedi Nilüfer Hoca; sandalyesinde, kolları başının arkasında sırtını geriye doğru iterken. İlgisiz bir bakış attı Lale’ye. Hayata dair tüm senaryoları önceden kestirmenin getirdiği hevessiz bir bakıştı bu.
“Hikayenin girişi bana öngörü olanağı sağlıyor. Lale ne demiştik; bizi şaşırtan, başına bakıp sonunu tahmin edemeyeceğimiz bir giriş yapmalısınız.”
Kağıttan başını kaldırıp umursamaz bir gülümsemeyle; “Hocam aslında keskin bir giriş yaptığımı düşünüyorum diye çıkıştı Lale. Ama sizin tam esneme anınıza denk geldi sanırım, baştan okuyayım mı?” Sınıfta gülüşmeler oldu.
Sınıfın en işveli cilveli kızı yine lafı gediğine oturtmuştu. Lale hem esprili hem güzel hem de alımlıydı. Kendi kuşağının kişiliğinin otomatikman ona da yüklediği pervasız özgüveniyle lafları gelişi güzel ağzından döküverirdi. Henüz on yedisinde, kendini gösterme gayretiyle her lafa atılan bu genç kızın insanı oturduğu yerde huzursuz eden bir yapısı vardı. Belki de tam da bu yüzden Nilüfer Hoca ona içten içe gıpta ediyor, onda kendi gençliğini görüyor ama yılların ve yaşantısının üzerinde yarattığı rehavete kapıldığı için onunla ortaklaşmak yerine onunla kapışıyordu.
Nilüfer Hoca gayri ihtiyari ayağa kalkmaya yeltendi ama Lale’nin gevşek bulduğu tavrını sınıfın önünde doğrulamamak için vazgeçti. Kendince kapsayıcı ve tolere edici bir havayla aynı zamanda utangaç da bir kibirle dudağını büzüp yerinde doğruldu. Çenesini hafif kaldırdı, gözlüğünü çıkarıp beş ay önce boşanmasına rağmen takmaya devam ettiği alyanslı eline aldı.
Böyle anlarda uzun ve bilinçli olarak karmaşıklaştırdığı cümleleriyle hazır cevaplılıktaki yeteneksizliğini örtbas etmeye çalışırdı. Karşısındakini sıkıntıdan vazgeçecek hale getirene kadar konuşurdu. En sonunda Lale gibi laf ebesi bir kızı bile illallah ettirirdi. Hoş, elli beş yaşındaki bir öğretmene göre uzmanlığına ve deneyimine diyecek yoktu. Yaşıtları arasında saygınlığı tescillenmişti. Ailesinin nüfuzlu yapısı mütemadiyen bir güven sağlayıcıydı onda. Öğrencinin sessizini, sakinini, laf dinleyenini, itiraz etmeyenini severdi.
“Lale’cim” dedi. “Biz ne yapmaya çalışıyoruz?” İşte artık şimdi yerinden kalkabilirdi. Kendinden emin, ağır ve geniş adımlarla sınıfın ortasında volta atmaya başladı.
“Biz, vurucu, okuyanı titretecek, kendine getirecek, sorgulatacak, vicdan muhasebesine sokacak, tabiri caizse bıçağı kemiğe dayayacak hikayeler yazmaya çalışıyoruz. Daha derine inersek kendimize şunu sormalıyız. Ben bunu okuyunca ne hissediyorum? Beni etkiliyor mu? Her şeyden önce ben bundan etkileniyor muyum? Ben sizden kendinizle öykü karakteriniz arasında ortaklık kurmanızı istiyorum. Yabancılaşan her şeye meydan okuyan karakterler yaratmanızı. Bizim dönemimizin ruhu ne?
Yerine geçebilirsin, farklı bir hikayeyle devam edelim. Ama üzerine düşün lütfen. Daha iyisini elbette yapabilirsin. Belki de Nergis gördüğümüzün çok daha fazlasıdır.”
Lale en az beş yıl yaşlanmış, on dakika önceki vurdumduymaz havasından eser kalmamış, Nergis’in hikayesini Nergis’e bırakmış vaziyette yerine oturdu. Ne hali varsa görsündü Nergis. Saçını geriye atıp çantasından çıkardığı lastik tokasıyla tepesinde bağladı. Ellerini koltuklarının altına sokarak kollarını kavuşturdu. Bacak bacak üstüne atıp sağ ayağını sol baldırının altından geçirerek bir ahtapotun tentaküllerini toplaması gibi kendini korumaya aldı. Omzuna usulca dokunan arkadaşına yandan göz devirip başını cama çevirdi.
İşçi servisleri karşıdaki tekstil fabrikasının önünde vardiyası biten işçileri topluyordu. Yeni vardiyanın işçi servisleri ise çoktan fabrikanın yan bahçesinin kapısına dayanmıştı.
“Evet, sıradaki” diye yükseltti sesini Nilüfer Hoca.
“Hocam ben gelebilirim.” dedi Menekşe.
“Evet, gel bakalım. Bakalım senden ne çıkacak. Hadi şaşırt bizi Menekşe.”
“Bakalım hocam, sizi şaşırtmak o kadar da kolay değil gerçi ama… Deneyeceğim.”
Sınıfın kalanında pek bir yaşam belirtisi yoktu. Öğrenciler bunalmıştı. Birkaçının yüzünde belli belirsiz bir merak ve anlamaya çalışma duygusu vardı. Aslında hocayı anlıyorlardı anlamasına da nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı. Hoca da anlatıyordu anlatmasına da cümleleri kitabi anlatımın dışına ne derece çıkıp da öğrencilerin kulaklarına esiyordu, kestiremiyordu. Yoksa yüz yıldır söylediklerini mi tekrarlamıştı yine. Kendinden hiç de emin olmayan bir şüphecilikle yeniden yerine oturdu ve eski pozisyonunu aldı.
Menekşe, Lale’nin aksine sakindi. Çehresi sert değildi. Hemen kaynaşılacakmış hissi uyandırıp yakınlık kurma isteği doğuran yüzüne rağmen soğuk ve mesafeliydi. Hikayesini okumaya başlamadan önce yine o sakin ses tonuyla “Hocam” dedi. “Bir şarkı açabilir miyim telefondan? Hikayemle uyumlu olduğunu düşünüyorum, konuyla bağlantılı. Sizin ve arkadaşların daha iyi hissedeceğinizi düşünüyorum.”
“Aç bakalım.”
Menekşe bir Hint ezgisi açıp telefonunu yavaşça Nilüfer Hoca’nın masasına bıraktı.
Lale eli yumruk, baş parmağı dudağında, arada bir yan gözle hocaya bakıp yeniden fabrika bahçesine çeviriyordu bakışlarını.
“Kalini, henüz 12 yaşında elleri bedeninin kalanından güçlü bir kız çocuğuydu.”
“Kalini’mi?” diye sordu Nilüfer Hoca başını kaldırıp.
“Kalini hocam, Hintçe’de çiçek demekmiş biliyor musunuz?” dedi Menekşe.
Kısa bir bekleyişin ardından hocadan yeniden soru gelmeyince Menekşe devam etti.
“Annesi gibi o da “güzel gelin” sıfatını çocuk olmanın önüne çoktan koymuştu. Kalini, binlerce yaşıtı gibi daha evlenmeden “refah getiren gelin” sınıfına girmişti ülkesinde. Geçen ay babası onu bir dokuma fabrikasına vermiş, üç yıllık sözleşme imzalamış, performansı neticesinde kazanacağı çeyiz parasıyla birlikte evlenmeye aday olup olmadığı anlaşılacaktı. Eğer üç yıllık sınavı geçerse kazandığı parayla birlikte uygun damadın ailesine teslim edilecekti.”
Hoca, Lale ve sınıfın geri kalanı bir anda dikkat kesmiş, bakışlarını Menekşe’ye odaklamıştı.
Telefonda çalan şarkı nakarat kısmında yükselince Nilüfer Hoca istemsizce sesini kıstı müziğin.
“Ama Kalini, daha bir ayını bile doldurmadan hayatının yarısını belki daha fazlasını bitirmiş sanıyordu kendini. Çalıştığı fabrikanın pencereli demir parmaklıklı, duvarları yüksekti. Neredeyse elli metrekarelik alanda sekiz dokuz kızla zor nefes alıp zor veriyordu. Günde 12 saat, en az.”
Müzik yeniden yükseldi. Nilüfer Hoca, içinden sabırsız ve hikayenin devamını bekleyen acele bir of’la yeniden elini telefona götürdü. “Sumangali” diyordu şarkıdaki uhrevi kadın sesi. Sumangaliii”
“Azgın adamlar her gün bu elli metrekarelik odada küçük ellerine uygun işler veriyorlardı bu kız çocuklarına. Çalışsınlar, çalışırken büyüsünler, çalışmalarının karşılığında kendilerini yeni ailelerine satabilsinler diye. Bu bir rekabet, hem de ne rekabet. Çalışan kazanacak, yeni ailesine kavuşacak, kaybeden belki de şimdiki ailesinden de olacak. Buna nasıl dayanılacak?”
Müzik yeniden nakaratta yükselmişti ki, Lale’nin çığlığı şarkıyı bir anda bastırdı, bıçak gibi kesti.
“Yangın var! Hocam yangınnnn!” Oturduğu yerde ellerini çırpa çırpa “Kaçınnnnn!” diye bağırıyordu.
Bir anda bütün sınıf pencereye koştu. Fabrika yanıyordu. Azgın alevler fabrikayı sarmıştı. Ne ara sarmıştı, bu kadar duman hangi ara yükselivermişti gökyüzüne.
Sınıfın açılan kapısından diğer öğretmenler ve öğrencilerin koşuşturmaları duyuluyor, okulun koridorlarında yangın alarmının sesi yankılanıyordu.
“Hocam okulu hemen boşaltmamız lazım, yangın büyüyor, acele etmezsek bize de dayanır.” diye bağırdı kapıdan başka bir öğretmen. Nilüfer Hoca, bu uyarıyla yüzüne tokat yemiş gibi kendine geldi. Yaşadığı anlık şokun ardından yeniden hatırladı öğretmenliğini, hatta belki anneliğini.
“Herkes dışarı, hemen, toplanma alanına! Nabzı dakikada kaç atıyordu acaba şu an? Ya öğrencilerden birine bir şey olursa, ne olacak o zaman? Lale nerede acaba? Laleeee!”
Tüm okul, öğretmenler, öğrenciler; kızlar ve erkekler, hiç bitmeyecek kadar uzun koridorlardan koşup, hiç bitmeyecek kadar uzun merdivenlerden inip toplanma alanına vardıklarında üç dakika geçmişti.
“Herkes burada mı hocam?! Kimse birbirinden ayrılmasın, birazdan herkesi tahliye edeceğiz. Servisler gelecek.”
Sokağın karşısından dumanlara karışmış çığlıklar yükseliyordu. Yangın söndürme ekipleri, birkaç itfaiye gelmişti.
Nilüfer Hoca sınıfın tamamının toplanma alanında olduğunu teyit edince biraz rahatladı. “Ama bir dakika, biri yok, Lale. Lale yok. Lale nerede?”
Fabrikaya doğru bakınca Lale’yi ileride, kaskatı kesilmiş vaziyette içeriden bir işçiyi çıkarmalarını izlerken gördü. Koşarak yanına gitti. İki itfaiye eri bir kadını aralarına almış çıkarıyorlardı.
“İsmin ne cancağzım, ailene haber vereceğiz. Korkma, kurtuldun, iyisin, iyisin değil mi?”
“İsmim Nergis. Arkadaşımı kurtarırken ben kaldım kumaş toplarının arasında. Neyse ki arada bir serim makinesi vardı da korudu beni alevlerden, iyiyim, sağ olun. Ama içeride kardeşim var. 12 yaşında.”
Nergis’in minnet duymakla medet ummak arası yaşlı ve panik dolu bakışları Lale ve Nilüfer Hoca’nın üzerinde gezinirken, ikisi göz göze geldi.
Hikayeyi yazacak kimdi ve bu hikaye nasıl yazılacaktı?