Geçtiğimiz akşam KMK Adası sakinleri adadaki sekizinci yıllarını devirdiler. Ada sakinleri yapabilecekleri en gürültülü şekliyle bunu kutladılar, yani birbirlerinin kulağına geçmişten kalma şarkılar fısıldayarak.

Peki, neden sesleri fısıltıda hapis?

Peki, neyi kutluyorlar?

Hayatta kalmayı.

Sekiz sene önce sıradan kelimesine belki de en uygun günde, ilerleyen akşam saatlerinde her şey altüst oldu. İlk olarak denizden sis tabakası yayıldı, beraberinde kulaklarda bir uğultu ile. Fırtınayı andıran bu hava sadece insanı üşütmüyordu. Teninize değdiği anda hissettiğiniz ürperme sadece üşüme olamazdı çünkü. Fırtınadan kaçanlar gerçekleri ancak kaçtıkları uykudan uyanınca gördüler. KMK Adası’na bakan iç kesimlerde hayatta kalan son 23 insan fırtınanın sabahına uyandılar. Uykularından birbirlerinden habersiz uyanan, evden birbirinden habersiz çıkan bu 23 insanın son 8 senedir yapabildikleri tek şey bir arada durmaktı. Fırtınanın çıktığı yerde en zararsız havaya sahip olduğunu fakat iç kesimlere geldikçe bütün şehri yok eden o şeytanın gücünün arttığını ancak 3 gün sonra fark edebildiler. İşte KMK Adası’nda yaşam ilk o gün başladı. O günden itibaren ada sakinleri belki de fırtınaya en yakın yerde yaşadıkları ve o şeytanı çağırmak istemedikleri için fısıldıyorlardı. Hayatta kalmalarını kutlamak için tek yapabildikleri de buydu.

KMK Adası’nda hayat 2 sene öncesine kadar böyleydi. Ta ki Paul her akşam gittiği avdan dönmeyene kadar. Acı olan bu değildi.

Acı olan Paul’u aramak için sahilden öteye gidemeyecek olmalarıydı.


*


Zenda o gün yine sahile inmişti. Yok, yanlış anlamayın, amacı Paul’u beklemek değildi. Dönmeyeceğine emin olduğunuz birini bekleyemezsiniz. Zenda beklemek için değil Paul’un son hatırasını da bırakmak istemediği için oradaydı. 8 senedir suyun neler getirebileceğinden korkan ada sakinleri ancak suyun ulaşamadığı kumlara oturur ve ufku izlerlerdi. Zenda tam o anda suda parlayan bir şey gördü. Elbette umursamadı. Su onlar için artık ölüm demekti.

Parlayan şey inatla orada durmaya devam etti, suyun getirdiği her dalgaya rağmen kuma saplanmış ve Zenda’yı bekliyordu.

Zenda suya yaklaştı. Şişenin içinde sarıya çalan bir bez parçası vardı.

İçinde de şunlar yazıyordu:

‘’KMKli dostlarım umarım belirsizliğe bıraktığım bu şişe size ulaşır. Elimde size ulaşabileceğim tek imkân bu. Eğer şu an bunu okuyorsanız derhal hazırlıklarınızı yapın ve yola çıkın. O şeytani güçten kaçmanın bir yolu var. Yola çıkın ve hiç durmadan 14 gece devam edin. Sakın ama sakın gün battığı andan itibaren nefesinizi kuzeye dönük almayın. Unutmayın, şeytan nefesinizde, önünüzde. Sakın ikisini buluşturmayın. Rotanızı daima kuzeybatıya çevirin. Sabahın ilk ışıkları ile koya ulaşacaksınız. Sazlıklara çıkın ve kara boyunca ilerleyin. Bu yol sizin için ne kadar sürecek ve sonunda nereye ulaşacaksınız, size bunu söyleyemem. Beni affedin ama bana güvenin, hayatımın bundan sonrasını riske atamam ama yaşadığım sürece bu gözler her gün sizi gelmeniz gereken yerde bekleyecek. Yeter ki yola çıkın.’’


Paul’un dediklerini yapabilmeleri için sadece 2 günleri vardı çünkü kış geldikten sonra uzun kış gecelerinde bu yolculuk imkânsızdı. Bu şansı kaybederlerse beklemeleri gereken 6 ayları olacaktı. Tabii önce bu şansı kaybetmemek için Zenda’nın suya dokunacak kadar cesareti olmalıydı. Şimdi Zenda’nın, Paul’un ve okuyucunun vermesi gereken bir karar var:

Suya dokunacak kadar cesaret bulunabilir mi, insanın gözleri umutsuz bekleyişlere ne kadar dayanır ve bu hikâye kurtuluşla mı yoksa korkak bir ölümle mi bitmeli?