Aslında bu sabah öğlene kadar yatmayı planlıyordu. Onca mesainin vermiş olduğu yorgunluğu hafta sonu çıkarmaya çalışıyordu. Her hafta böyle planlar, yatağa girmeden iyice kendini şartlardı, ta ki sabah olana dek. Güneş sıcak yüzünü göstermeye başlayınca olanca neşesiyle perdenin kenarından bulduğu boşluklardan odaya sızar, Haldun’u ise babasının üzerine atlayan bir çocuk şımarıklığıyla uyandırmaya çalışırdı. Bu pazar da aynı oyun sahneleniyordu. Haldun, küfürler savurarak yatağından kalktı. Pencerenin açık olan yerlerini çekiştire çekiştire kapatmaya çalıştı. Bir tarafı tamamen kapatıyor, bu sefer de diğer taraf açılıyordu. Güç bela perdeyi ortalayıp güneşin bütün yollarını kapatmıştı. Tekrardan büyük umutlarla yatağına girdi. Üzerine ince pikesini aldı, biraz yüksekçe ama yumuşak olan yastığına kafasının gömülmesini büyük bir zevkle bekledi. Tek kişilik ve geniş yatağında özgürce uyumanın verdiği hazzı bir süre daha yaşamak istiyordu. Yarı uyanık hâlde sağa sola yuvarlandı durdu. Bu hâlin kendisine azap verdiğini gayet iyi bildiği için, “En azından kalkıp karnımı doyurayım, uyuyamadım bari günümü zehir etmeyeyim.”diye düşündü. Çünkü uyandıktan sonra aynı iştahla uyumayı bir türlü beceremiyordu. En sevmediği huyu söylendiğinde gayet tabii bu cevabı veriyordu. Bu huyuna söylenerek en içten küfürleri savurarak kalktı. Yatağını güzelce topladı, dağınıklığa asla tahammülü yoktu. Yaptığı her işi titizlikle ve düzenli yapardı. Masasının önünde uzanan uzun perdeyi incitmemek ister gibi yavaşça kaydırdı kornişten. Bu sefer güneş daha sevimli ve samimi sıcaklığıyla karşıladı, Haldun’un şişmiş yüzünü. Güneşi bir an karşısında görünce kafasını geriye yaslayıp gözlerini kıstı. Daha sonra anlamsız sesler çıkararak gözlerini ovuşturdu. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkamanın vakti geldiğini hissetti. Lavaboya geçmeden önce çaycıya suyu doldurup kaynamaya bıraktı. Suyun kaynarken çıkardığı sesin, arızalı bir motorun çalışan sesini andırmasına bayılıyordu. O sesi dinleyerek elini-yüzünü yıkadı, artık kendine geldiğini hissediyordu. Tekrardan mutfağa yönelip kaynayan suyun sesinin eşliğinde sofrasını hazırlamaya koyuldu. Güneşin bu denli cömert olduğu günlerde ondan özellikle faydalanmalıyız, diye söylenip duruyordu. Ayakları, kendi iradesi dışında onu balkona sürüklüyordu sanki. Reçelleri, domatesi, peyniri, çayı taşımıştı bile balkona. Bir anda şoktan çıkarak irkilerek kendine gelmiş bir vaziyetteydi. Alt dudağıyla üst dudağını destekleyip biraz öne çıkardı, gözlerini kısıp ufukta ucu görünen denizde bir şeyi seçmeye çalışır gibiydi: “Ben ne ara buraya hazırladım sofrayı?” Sonra sanki bunları yaşamamış gibi, çayını doldurup sofrasının başına oturdu. “Hay Allah! Bir kere de şu sofraya oturduğumda her şey tamam olsa Allah’ım.” dedi dişlerini sıkarak. Kendine söylenerek kalktı. Sanki ilk oturduğu andaki rahatlık hissini bir daha yaşayamamaktan korkar gibiydi. “Lanet kapıcı, bilmiyorum kaç defa hatırlattım sana. Ekmeği ve gazeteyi getirince kapıyı çalacaksın bu kadar basit. Daha nasıl anlatabilirim sana.” Kaç defa yaşadığını hatırlayamadığı bu anı yine yaşamanın verdiği sinirle kapıyı açıp ekmek ve gazete poşetini içeri aldı. Yerine oturana kadar bu sinir harbi devam etti. Gazeteyi koltuğun bir köşesine fırlatıp kahvaltısına devam etmek istedi. Sanki kapıcıyı cezalandırmış oluyordu böyle yaparak. Kahvaltının ortasına doğru gazeteye bakmak için karşı koyamadığı bir merak uyandı. Bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da gazetenin basmakalıp haberlerle dolu sayfasını çeviriyordu. Ortalara doğru gelince elindeki çay bardağını düşürdü, sıcak çayın üzerine boşalmasına bile aldırış etmedi. Hemen telefona koştu, Samet’i aradı. Telefon çalarken telaşlı bir vaziyette sürekli saçına götürüyordu elini. Lanetler okuyarak telefonun açılmasını bekliyordu. Henüz iki defa çalmıştı ki karşıdan bir ses duyuldu. Haldun, onun konuşmasına fırsat vermeden lafa girdi. Sesinde büyük bir korku ve ne yapacağını bilemeyen bir insanın tedirginliği vardı: Biliyorlar Samet!