Haldun, telefonu kapattıktan sonra duvarın dibine çökmüş, cenin pozisyonunda kendini kötülüklerden koruyacağına inanan bir çocuk gibi kurtarılmayı bekliyordu. Kapının, beynini delen bir tonla çalmasıyla kendine geldi. Duvara tutunarak kalkıp güç bela kapıya ulaştı. Kapıyı açtığında Samet’i karşısında görünce bir anda kendini bırakarak olanca kuvvetiyle sarıldı. Samet ne olduğunu anlayamadan olduğu yerde kalakalmıştı. Ayakkabılarını çıkarıp Haldun’u sürükleyerek balkona doğru götürdü. Kahvaltı yaparken oturduğu yere tekrardan oturtup su almak için mutfağa yöneldi. Kalktığı sırada masanın üzerinde açık kalmış olan gazetenin o sayfasına baktı. Fotoğrafı ve altındaki tarihi görünce neredeyse küçük dilini yutacaktı. Gözlerini kapatıp bir anlığına o günü hayal etti. Mırıldanarak bir şeyler söyledikten sonra tekrardan mutfağa yöneldi. Suyu getirdiğinde Haldun’un üzerinin ıslak olduğunu gördü. Haldun, Samet’in üstüne baktığını görünce tuvalet eğitimine bir türlü alışamamış bir çocuk utangaçlığıyla kafasını çevirdi. Samet ise, “Yok artık, o kadar mı oğlum?” dedi, sesinde bayağı bir kabadayının tehditkâr ifadesi vardı. Haldun olayın şokunu atlatmıştı büyük oranda. Tekrardan kafasını çevirdi: “Saçmalama be. Çay döküldü üzerime, gazeteyi görünce.” Samet, bu cevabı alınca derin derin nefes aldı ve büyük bir gürültüyle bıraktı. Onun kendine geldiğini görünce yine bayağı bir kabadayı hüviyetine büründü. “Hadi kalk, üstünü başını değiştir gel. Bakalım şu işin aslı neymiş, ne değilmiş.” Haldun; dizlerinde, belinde, ayaklarında velhasıl bütün uzuvlarında çeşitli hastalıklar barındıran bir insan tedirginliğiyle sessizce ve ağır hareketlerle yerinden doğruldu. Samet arkasından uzun uzun baktı. Ama bu sefer bayağı bir kabadayıdan ziyade düşmanını eline almış sinsi bir komutana benziyordu. Haldun döndüğünde Samet, yarım kalan kahvaltıyı büyük bir iştahla yemeye koyulmuştu. Haldun da bir bardak çay alıp yerine oturdu ve gözlerini Samet’e dikti. Konuşmuyorlardı ama gözleriyle birbirlerine adeta meydan okuyorlardı. Bu sessizliğe daha fazla dayanamayan Samet, “Kapıcı! Kapıcıyı bulmamız lazım!” diye, dâhiyane bir fikir bulmuş gibi haykırdı. Haldun, gözlerini ayırmadan gayet sakin bir şekilde oturduğu yerden kapıcının ziline bastı. “O gereksizden bir şey çıkacağını sanmıyorum. Adamın kendinden haberi yok, gazeteden nereden haberi olacak?” diye konuşmasına devam ediyordu, gözleri hâlâ Samet’in üzerindeydi. “Olsun, olsun yine de bir dinleyelim bakalım. Gazeteyi nereden almış en azından onu öğreniriz.” dedi, Samet. O da gözlerini kaçırmadan cevap verdi. Konuşmalarını sürdürüyorlardı ki yine insanın beynini delen o zil çaldı. Haldun, büyük bir nefretle kalktı. Sanki yıllardır arayıp da bulamadığı düşmanı ile karşılaşacaktı. Samet de bir delilik yapacağından endişe ederek peşinden kalktı. Tam kapıyı açacağı sırada kapı ile Haldun’un arasına girip “Sakın!” diye fısıldadı. Haldun, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve sahte bir tebessümle kapıyı açtı. Kapıcı da aynı sahtelikle onlara gülümsüyordu. Haldun, içeri davet edince bir an düşündü. “Gel, Abdullah Bey, çok kısa vaktini alacağız.” dedi, Haldun. “Estağfurullah Haldun Bey, ne kadar isterseniz vaktimi alabilirsiniz tabii ne demek.” Hemen ellerini önünde bağlayıp hafif kamburlaşmıştı. Haldun’un bir şeyler söylendiği kesindi. O sırada Samet, Haldun’u dürterek gözleriyle uyardı. Balkona geçtiklerinde ona da bir çay almışlardı. Haldun, lafı uzatmadan konuya geçti: “Bugünkü gazeteyi nereden aldın Abdullah Bey?” “Nasıl efendim, anlayamadım?” Haldun’a fırsat vermeden Samet başladı söze: “Bugün bıraktığın gazete ve ekmek diyoruz Abdullah Bey, nereden aldın onları?” Bir şeylerin yolunda olmadığını anlayan kapıcı sorgulayan gözlerle ikisini de süzdü: “Beyim; ekmeği, gazeteyi yani bütün eksikleri, siz de iyi bilirsiniz ki şu köşedeki marketten görürüm. Hayırdır, bayat ekmek mi vermiş yoksa o işgüzar?” “Ama” diye devam etti, aniden bir şeyi hatırlamış gibi heyecana kapıldı: “Beyim! Benim geldiğimde zaten senin kapında ekmek ve gazete vardı. Ben de şaşırdım, ekmek ile gazeteyi orada görünce.” Güvendikleri tek çıkar yol olan kapıcıdan bir şey çıkmayacağını anlayınca büyük bir üzüntüye kapıldılar. “Nasıl yani?” diye söylenmeye başladı Haldun. “Kardeşim buranın kapıcısı sen değil misin? Ne demek başkası gelip koymuş. Nasıl kapıcısın sen?” Samet, onu sakinleştirmeye çalışarak kapıcıdan olayı düzgünce anlatmasını rica etti. “Vallaha beyim dediğim gibi. Geldiğimde ekmek de gazete de vardı. Ben de bırakmadan gittim.” “Peki!” dedi, Samet. “Ya kameralar?” “Aman beyim onlar göstermelik zaten çalışmıyorlar, hem Haldun Bey de bilir.” Sözünü tamamlayınca oluşan sessizliği yine kapıcı bozdu: “Şey, beyim! Bir diyeceğiniz yoksa ben gideyim artık, malum işlerim var da.” Samet, kapıcıyı uğurladıktan sonra tekrardan Haldun’un yanına geldi. Haldun, oturmasına bile fırsat vermeden bağırmaya başladı: “Sen ne lanet bir insansın be?” “Haldun, lafına dikkat et. Gerginsin ne dediğini bilmiyorsun. Bu kadar gerilecek bir şey yok.” “Ne demek yok ulan? Dalga mı geçiyorsun benimle it herif? Senin yüzünden düştüğüm durumu görmüyor musun?” “Ne durumuna düşmüşsün ya? Belki bir tesadüftü, belki öylesine bir fotoğraftı.” “Yok ya, aklımı kaçırttıracak bana bu adam. Ulan oğlum, bak tarihe ne yazıyor? 15.07.2010. Bu bir şey hatırlattı mı sana? O hatırlatmadıysa iyice bak, burada gördüğün iki kişi var ya tanıştırayım istersen: Sen ve ben!” “Tamam olabilir. Ama bu olayın üzerinden tam on yıl geçmiş. Bir şey olsa bunca yıl içinde mutlaka kokusu çıkardı. Biz o gece yalnızdık ve bizi gören bir tane bile Allah’ın kulu olmadı.” Haldun iyice sinirlenmeye başlamıştı. Masada bulunan bardağı yere fırlattı. Sinirden yüzündeki bütün damarlar meydana çıkmıştı, devam etti: “Bittim ben. Senin yüzünden hayatım bitti. Yaşadığım bu on yıl içinde zaten bir gün korkusuz uyanmadım. Artık bundan sonra nasıl yaşarım, kaç gün yaşarım bilmiyorum.” Lafını tamamladıktan sonra sarsılarak ağlamaya başladı. Büyük bir buhrana girdiğini düşünen Samet, onu hemen yatağına yatırdı. Üzerini örttü ve başında sakinleşene kadar bekledi. Haldun’un başında uyuyakalmıştı.



Devamı gelecek...