Uyandığında sabah ezanı okunuyordu. Hocanın sesini belki de ilk defa bu kadar yakınında hissediyordu. Ürperdi. Yatağında doğruldu, dizlerini çenesine doğru çekti ve başını sağ dizine yasladı. İnce hıçkırıklar ve gözlerinden taşmayan yaşlarla ezana eşlik ediyordu. Namaz kılmak için karşı konulamaz bir istek duydu. Yatağından kalkıp masasının üzerinde duran aile resmini eline aldı. Sanki küçücük çerçeve maziyi canlandıran bir zaman makinesine dönüşmüştü. Orada şimdi, babasıyla bayram sabahlarında camiye gittikleri o masum yılları izliyordu. Birkaç anlamsız şey mırıldandıktan sonra çerçeveyi tekrardan yerine koydu. Abdest almak için lavaboya yöneldi. Samet’i ise ortalıkta göremeyince içinden birçok ağır hakareti geçirdi ama sadece “pislik herif” diyebildi. Namazını kıldıktan sonra uzun zamandır dua etmediğini fark etti. Çünkü ne isteyeceğini, nasıl isteyeceğini bilemez bir durumda hareketsizce namazlığın üzerinde oturdu. Midesine giren sancı olmasaydı belki saatlerce hareketsiz oturabilirdi. Kalktı. Köşedeki pastanenin simitleri bu civarın en iyisiydi. Kim bilir belki de son kez yiyecekti o simitleri. Evden son çıkışı olabilirdi. Dünkü gazete hiç de iyi şeylerin habercisi değildi. Kesin olan buydu. Vakit kaybetmeden pastaneye indi. Üç tane simit yiyebilirim herhalde, diye düşündü. Yanına da büyük bir bardak demli çay. Sevdiği her şeyi yapmaya karar verdi bugün. Üç simidi gazeteye sarıp çıktı oradan. “Poşete koyunca hamur oluyor da,” diye ekledi arkasından, iş yerinin sahibi. İş yerinde kahvaltı yapmayı çok seviyordu. Simit ve çay eşliğinde yayınevine gelen yeni yazıları okumak onu bambaşka bir gezegene sürüklüyordu. Aslında en çok bugün ihtiyacı vardı buna. Bir an önce yaşadığı her şeyi unutmak istiyor, hiç tanımadığı bir yazarın dünyasında sıradan biri olarak yaşantısına devam etmek istiyordu. İş yerine geldiğinde vakit biraz erkendi. Onu erkenden gören güvenlik görevlileri, şaşkınlıklarını çeşitli mimikler ve tuhaf seslerle ifade ediyorlardı. Haldun ise bunların hepsine bir tebessümle ama bu sefer gerçekten içten bir tebessümle karşılık veriyordu. Masasına oturduğunda yine çaycının suyunun ısınmasını bekledi. O kısa sürede simitlerini önüne koymuş, e-posta adresini açmıştı. İlk gönderilen öyküden itibaren okuyup kaydedecekti. Ya da kaydedip okuyacaktı. İlk öyküyü açtığında bozuk motor sesi de normale dönmeye başlamıştı. Çayını yudumlarken okumaya başladı. Bu sırada da diğer çalışma arkadaşları yavaştan gelmeye başlamışlardı. Herkes günlük rutinini gerçekleştirip yerini alıyordu. Kimi bir bardak çay, kimi kahve, kimi sadece ılık bir su… Herkes kendini bu dünyadan soyutlarken yanına en çok ihtiyaç duyduğu şeyi alıyordu şüphesiz. Kendini o kadar kaptırmıştı ki arkadaşının, kolunu delen parmak darbesini ikinci defada anca hissedebildi. “Yahu Haldun, kaç dakikadır ilgini çekmeye çalışıyorum. Seni bu denli soyutlayan bu yazıyı okumak isterim açıkçası.” “Evet, konusu ilgimi çekti de kaptırmışım kendimi. Sanki kendi hayatımı okuyorum gibi hissettim de. Bu arada ne oldu bir şey mi diyecektin Hakan?” “Ya Haldun, kusura bakma. Okumam için verdiğin yazıya bakma fırsatım hiç olmadı. Buraya bırakıyorum, tekrardan kusura bakma.” Haldun, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra gözleriyle “önemli değil” der gibi baktı ve tekrardan yazısına döndü. Bilgisayardan başını kaldırdığında saat on ikiye geliyordu. Bugün yemeğe gitmeyi düşünmüyordu, olabildiğince fazla vakit geçirmek istiyordu başka dünyalarda. Hakan’ın getirdiği yazıyı fark etti, “Ben hangi yazıyı vermiştim ki ya?” diye geçiriyordu içinden, sayfalarını hızlıca karıştırırken. Elinden bırakacağı sırada kâğıt yığınının içinden bir fotoğraf düştü. Fotoğrafın yere inişine kadar geçen sürede kalp atışı değişmiş, bir anda sıcak basmıştı. Vücudunun dengesi şaşmıştı adeta. Korkarak eğildi, fotoğrafı aldı. Yine Samet ile aynı mekândan o güne ait bir fotoğraftı. Korkarak arkasını çevirdi, bu sefer bir de not iliştirilmişti. Yıllardır kendisine bile itiraf edemediği acı gerçekleri göreceğinden emin bir şekilde sözcükleri heceleyerek okumaya başladı: “Sence de hatıraların konuşmuyor olması insanlar için büyük bir nimet değil mi Haldun?” Yazıyı okuduktan sonra kan beynine sıçramıştı. Ani bir hareketle sandalyesini itti ve doğruca Hakan’ın masasına gitti. Ellerini iki yana açıp sertçe masaya vurdu. Öğrencisini suçüstü yakalayan bir öğretmen gibi bağırmaya başladı: “Bu da ne demek oluyor Hakan?” Söylediği her sözcük salonun duvarlarına çarpıyor, tekrardan Hakan’ın kulağında çınlıyordu. Hakan da suçunu kabul eden öğrenci masumluğuyla: “Hafta sonu planlamadığım şeyler çıktı, o yüzden bakamadım yazıya. Sence de biraz abartmıyor musun?” “Ne yazısı ulan, bu fotoğraftan bahsediyorum. Ne demek oluyor bu? Sen gözümün içine baka baka beni tehdit mi ediyorsun?” “Ne diyorsun Allah aşkına, Haldun? Ben o yazıyı çantamdan bile çıkarmadım. Elimi dahi sürmedim. Bıraktığın gibi geri verdim sana.” Haldun, sözünü tamamlamasına fırsat vermeden yakasına yapıştı. Bağırıyor, bir sürü ağza alınmayacak hakaretleri sıralıyordu. Oradakilerin araya girmesiyle zar zor uzaklaştırılabilmişti. Kendisini tutanlara da birkaç küfür savurduktan sonra çantasını alıp hızla oradan uzaklaştı.



Devamı gelecek...