İş yerinden ayrılınca soluğu gözlerden uzak, tenha bir çay ocağında aldı. Küçük tabure ve masalardan oluşan, duvarlarında eski Türk kilimlerinin asılı olduğu şirin bir çay ocağıydı burası. Diğer masalara nazaran uzaktaki bir masaya oturdu. Tabureye çantasını koydu, fotoğrafı da masanın üzerine… Masalar küçük olduğu için insana yerde oturuyormuş hissi veriyordu. Bu biraz da işine geliyordu tabii, bacaklarını ayırıp dirseklerini masaya daha rahat dayamıştı. Başını ellerinin arasına almıştı ve sürekli o uğursuz cümleyi okuyordu: “Sence de hatıraların konuşmuyor olması insanlar için büyük bir nimet değil mi Haldun?” Kaçıncı kez okuduğunu kendisi de bilmiyordu. Sonuncu okuyuşundan sonra “o cümleye” karşılık verdi: “Madem öyle ne halt etmeye konuşturuyorsun hatıraları?” Bu sorunun cevabını henüz bilmiyordu. Ama ölmeden önce öğreneceğine karşın da içinde değişik bir umut filizleniyordu. Aslında içini en çok kemiren de bütün bunların nedenini öğrenecek olması ve bu umudun karşı koyamadığı bir şekilde büyümesiydi. Kafasını fotoğraftan kaldırdı, gözlerini kıstı, yavaş manevralarla garsonu aramaya başladı. Uzaktan kadrajına giren garsona işaret parmağını kaldırıp dudaklarını oynatarak “bir çay” dedi. Garson da aynı şekilde işaret parmağını kaldırarak karşılık verdi. Onun da dudağının oynadığını gördü, muhtemelen “tamam” demiştir diye düşündü. Çay geldiğinde iki gündür yaşadıklarını düşünüyordu. Bir anlam yüklemeye çalışıyordu ama bir türlü olmuyordu. Doluya koysa dolmuyor, boşa koysa almıyordu. O gazete, bu fotoğraf, hele de bu not… On yıl sonra kim böyle bir şeyi neden yapmak isterdi ki? Aklına tek bir şey geliyordu. Bunun gerçekleşeceğini düşünmesi bile ona kafayı yedirmeye yeterdi. O yüzden o ihtimali şiddetle kovmak istiyordu kafasından. Bahçesine izinsiz girilen o kısa boylu asabi amca gibi söverek kovuyordu düşünceleri. Çay ocağından kalktığında akşam ezanı okunmak üzereydi. Eve gitmek istemiyordu ama gidecek başka da yeri yoktu. Bir an Samet’e gitmeyi düşündü ama ona da kızgındı. Dün öylece bırakıp gitmişti. Üstüne üstelik bir telefon dahi etmemişti. “Yoksa bütün bunları yapan Samet miydi? İyi de neden yapsın böyle bir şeyi? Benden ne çıkarı olabilir? Ondan pek bir farkım yok, üç kuruşa çalışan insanlarız en nihayetinde. Beni delirtip tımarhaneye atmak istiyorsa o da ayrı tabii.” En son düşüncesinden sonra okkalı bir kahkaha patlattı. Yanından bisikletiyle geçen çocuk neredeyse düşecekti korkusundan. Çocuğu umursamadan yoluna devam etti. Evinin bulunduğu caddeye gelmişti işte, tam o sırada ezan okunmaya başladı. Sabahki yaşadığı duyguları daha yoğun şekilde yaşıyordu şu an. Caminin duvarına çöküp sessizce ve gözyaşlarıyla ezanı dinledi. Ezan bitince istemsiz bir şekilde camiye yöneldi. Kapının hemen sağında bulunan şadırvandan abdestini alıp namazını kılmak için doğruldu. Sanki hemen yanı başında da babası vardı. O da onunla birlikte doğrulmuştu. Babasının elini saçlarında hissetmişti sanki. O an yüzüne çocukluğunda olduğu gibi gamzelerini meydana çıkaran bir gülücük yayılmıştı. Namazını kıldıktan sonra evine doğru ağır adımlarla devam etti. Anahtarını güç bela sokmuştu kilide. Her defasında burada çok zorlanıyordu. Evin anahtarı ile dış kapının anahtarını sürekli karıştırıyordu. Neyse ki yine açmayı başarabilmişti. Açmamayı çok isterdi belki de. Evde neyle karşılaşacağını bilemiyor, onu nelerin beklediğini bir türlü kestiremiyordu. Asansöre binmedi. Beşinci kata kadar yürüyecekti. Çantasına sıkıca sarıldı. İlk adımı sanki boşluğa düşecekmiş gibi dikkatle attı. Ayağının yere değince çıkardığı o ses biraz olsun içini ferahlatmıştı. Aynı dikkatle bütün basamakları çıktı. Kapısının önüne geldiğinde bu kez zorlanmadan içeri girdi. Kapının hemen yanında bulunan elektrik düğmesini duvarı yoklayarak aradı ve bulur bulmaz yaktı. Çantasını duvarın dibine bıraktı. Temkinli adımlarla oturma odasına yöneldi. Yine aynı şekilde odanın duvarını yoklayarak elektrik düğmesini buldu ve yaktı. İşte o vakit gördüğü karşısında, en ufak bir yaşam belirtisi göstermeden hareketsizce kalakaldı.



Devamı gelecek...