Bu hâl çok sürmedi ki yine Haldun, Samet’in elinden tutarak kaldırdı. Samet ise bu ani değişime bir ad koymaya çalışıyor, nasıl hareket edeceğini bilemiyordu. Haldun, onu kaldırıp koltuğa oturttu. Samet’e göre kendisi katbekat iyi durumdaydı. Dudağının içi patlamış, yüzünde de yer yer morarmalar göze çarpıyordu. Samet'te ise vaziyet pek iç açıcı değildi. Burnunda mutlaka bir kırık vardı. Dişlerinden ise birkaçı yerinde görünmüyordu. Sağ gözü de şimdiden kısa tombul bir patlıcanı andırıyordu. Dişlerinin arasına dili takılarak konuşmaya başladı.

“Neydi şimdi bütün bunlar?”

“Bilmiyorum Samet, üstüme gelme.”

“İlkbahar havasının kararsızlığı var üzerinde sanki. Ne zaman gürleyip yağacağın, ne zaman o gül yüzünden sıcak tebessümler saçacağın belli olmuyor beyefendi!” “Samet, benimle öyle konuşma, sana yaşadıklarımı anlattım. Daha da üstüme gelip aklımı oynatmama müsaade etme. Ne olursun bana engel ol!”

Bir yandan pansuman yapıyor, bir yandan sözcükleri kerpetenle çeker gibi zorlanarak konuşuyordu. Cümlesini tamamlayınca gözünden yaşlar birden boşanıverdi. Samet de onu böyle görünce yüreğinde bir baba şefkati hasıl oldu. Onu sarıp kendine doğru çekti. Göğsüne bastırdıktan sonra Haldun’a belli etmeden sessizce gözyaşlarını döktü.

Sabah olduğunda Haldun hâlâ ayaktaydı. Samet, yatalak bir hasta gibi kendisiyle boğuşarak doğrulmaya çalıştı. Haldun’u o vaziyette görünce uykusunda konuşan biri gibi sözcükleri adeta boğularak çıkarıyordu.

“Neden bu kadar erken uyandın?”

“Hiç uyuyamadım ki.”

Bu cevabı verirken sanki dün gece ilk geldiği andaki duyguları hissetmişti Haldun. Her bir sözcük nefrete batırılmış gibi yankılandı Samet’in kulaklarında. Samet bunu hissetmiş ve bir soru daha sorma gereği duymamıştı. O da bıkkınlığı bütün zerresinden belli olan bir insan hüviyetiyle tekrardan gözlerini kapatmıştı.

İş yerine geldiğinde onu gören güvenlik görevlileri yine büyük bir şaşkınlık içindeydiler ama dünkünden daha değişik tepkiler ve sesler çıkararak karşılıyorlardı bugün. İçeri girdiğinde masasının başında patronu görünce saate bakmak anca aklına gelebilmişti. İçinden ucuz bir küfür sessizce yol aldı. Patron kapıda onu görünce kafasını sertçe odasına doğru çevirdi. Haldun peşinden gitti. Patron, kendini iyi doldurmuştu. Bağıracak, hakaret edecek hatta biraz da tehdit edecekti ama onu karşısında görünce aklından geçirdiği her şeyi unuttu.

“Bu durumun nedir? Ne işin var evladım burada? Hastanede olman daha makbul olurdu.”

“Ersin Bey, işler biraz karışık. Meseleyi ben kendime bile izah edemiyorum. Velhasıl geç kaldım, kusura bakmayın.”

“Ne kusuru evladım. Şimdi doğruca hastaneye gidiyorsun. Burada işin yok. Haydi, durma!”

Patrondan böyle bir yaklaşımı elbette ki beklemiyordu ama Allah da biliyor ya içini, böyle bir şeye çok ihtiyacı vardı. İş yerinden ayrılır ayrılmaz doğruca evin yolunu tuttu. Binanın önüne geldiğinde yine aynı duygularla sarılmıştı etrafı. Bu sefer anahtarı karıştırmadan kapıyı açtı. Cesaretini toplayıp büyük bir özgüvenle, başı dik bir vaziyette bütün merdivenleri çıktı. Eve girdiğinde yine de temkinli davranmaya karar verdi. Parmak uçlarında yürüyerek etrafı kolaçan etti. “Asayiş berkemal şef.” diye fısıldadı gülerek. Balkonda kahvaltı olduğu gibi duruyordu ama kuşlar kendilerine güzelce bir ziyafet çekmişlerdi. Ortalığı toparladı. Kendine bir yeşil çay hazırladıktan sonra tekrardan her şeyin başladığı koltuğuna kuruldu. Yanında iki tane fotoğraf ve o güne dair bolca hatıra vardı. Şimdi olan biteni iyice tatbik etmeliydi. Bütün bunlar kimin eseriydi? Bir ara Samet’i yanına çağırmayı ya da onun yanına gitmeyi düşündü. Samet’in öğreneceklerinin vahameti onu ürküttü. En güzeli, kendim bu işin içinden çıkmalıyım, diye söylendi. Kendim çıkmalıyım. Kendim…


Evet, ilk gelen fotoğrafta sadece tarih var. Açık bir mesaj bize; işlediğiniz günahı gören ya da bilen sadece Allah değil. Değil, orası muhakkak ama bu üçüncü kişi kim? Mekâna girerken çekilmiş bir fotoğraf, saat onu gösteriyor. O günlerde ortaya çıkan fotoğraflardan biri bu. Suçsuz olduğumuz anlaşılınca bunlar da rafa kaldırılmıştı. En azından biz öyle düşünüyorduk. O yüzden, bu işi yaptığımızı katiyen bilen birisi var ve bütün bunların hepsi o “meçhul” kişinin işi. İlk fotoğraftan bir şey çıkaramayacağım anlaşılan. Peki ikinci fotoğraf? Bu sefer bir de not: “Sence de hatıraların konuşmuyor olması insanlar için büyük bir nimet değil mi Haldun?” Bu sefer daha cüretkâr davranmış. Belli ki beni iyice köşeye sıkıştırmak istiyor. Her şeyi bilmese de çoğu şeyi biliyor diye düşünüyorum. Mesela Samet’i karıştırmıyor bu işlere. Notlar sadece bana geliyor. Ama neden sadece ben? İşte asıl mesele burası. Çocukluktan beri aklım almaz bu tür işlere. Aramızda en zekimiz Samet’tir aslında ama onu kesinlikle karıştıramam bu işe. Bir kere denedim işte başıma bütün bu akıl almaz, içinden çıkılmaz işler geldi. O yüzden bu sefer kendim halletmeliyim. Kendim… O günü düşünelim tekrardan. Halit’in muhakkak orada olacağını biliyorduk. Öncesinde bir buluşma tertip etmemiştik bu yüzden. Dolayısıyla kimseye bizimle olacağına dair bir malumat vermesi mümkün görünmüyor. Öncesinde de bunu sezinlemesi mümkün değil. Neden değil peki? Çünkü beraber büyüdük. Sık olmasa da görüşürdük. Yer, içer; gezer, tozardık. Samet’ten böyle bir hareket beklemesi aklıma hiç yatmıyor ama benden biraz şüphelenebilirdi. Çünkü Samet, Halit ile ilgili bir bilgiye sahip değil, yani bu konuda değil. Benden şüphelenip de çevresinden birine bir şey çıtlatmış olabilir miydi? Diyelim böyle bir şey yaptı ama neden on yıl sonra çıktı ortaya? Aradaki zamanı düşününce buna da pek içim ılımadı. İçerde bizim tartışmamıza şahit olan kimler vardı? O zaman bizim aleyhimizde açıklamada bulunanlar? Hatırla Haldun, hatırla. Zorla biraz zihnini. Kim vardı? Tabii ya, barmen Yakup. O görmüştü tartıştığımızı. İyi de neden böyle bir şey yapsın hem de on yıl sonra? Siyah kalın bir kalemle not aldı bu ismi fotoğrafın arkasına: Barmen Yakup. Olayı çözemezse bütün bir kariyeri çöpe gidecek yaşlı bir başkomiser gibi titizlikle, aklına gelen her şeyi ince eleyip sık dokuyarak düşünüyordu. Bütün dikkatini fotoğraflara ve aldığı küçük notlara vermişti. Tam bu sırada insana rüyadaymış hissi veren bir ezgiyle ev telefonu çaldı. İlk çalmasında bunu duyamadı Haldun. Uzaktan hoş bir sedaya eşlik ediyor gibiydi. Aynı ses uzun tekrarlarla dönünce anca kendine gelebildi. Kalemini bıraktı, yavaşça doğruldu. Ağır adımlarla telefona yaklaştı. Büyük bir felaketin haberini alacakmış gibi hareket ediyordu ama telefonun sesi de bir o kadar hoş geliyordu. Ahizeyi kaldırdığında evin içini bir anda büyük bir kasvetli hava kaplamış, o hoş seda kaybolmuştu. Elinin titremesi vücuduna, vücudunun titremesi sesine yansımıştı: “Alo!” diyebildi, konuşmayı yeni söküyor gibiydi. Karşıdaki ses kendinden gayet emindi. Bütün sözcükleri Haldun’un beynine çakar gibi konuşmaya başladı: “Hatıralar elbette konuşur, önemli olan onları duyabilmek. Peki sen duyabiliyor musun Haldun?” Beynine işleyen bu konuşma bittikten sonra kendisinin de bir cevap vermesi gerektiğini biraz geç fark etti. Yine o titreklikle: “Siz kim…?” diyecek oldu ama sözünü tamamlayamadan o bilindik ses yankılandı: “Dıt, dıt, dıt, dıt…”