Akşamüstü bir deniz kıyısında kayalıklara oturduk. Aramızdaki derin sessizlik dünyayı kaplıyordu. Gökyüzü açık ve temizdi. Gözlerimizin ucundaki yaşların akmaması için adeta çabalıyorduk. Elindeki poşetin içinde meyveler vardı. Önce poşetin içine su doldurup üzümleri yıkadı. Üzüm sevdiğimi bilirdi. Sonra şeftali ve armut dilimledi. Önce bana uzatıp sonra kendi yedi. Az önce bir felakete uğramış gibi manasız bir üzüntüye bürünmüşken, şimdi denizin hırçın dalgalarını seyredip meyveler yiyorduk. Mutluydum onun gözlerinden yaşlar akmadığı için, ben sabaha kadar ağlasam bile o bir defa ağlamasın istiyordum, kıyamıyordum ona hiç. Çünkü onun ağlaması beni çok üzerdi. Alışkın olmadığım içindi belki. Dağ gibi heybetli dururdu hep...

O hüzünlü ânı dağıttığım için mutluydum. Onu üzen konuları kapatıp mutlu edecek, yüzünü güldürecek şeylerden bahsettim. Mizah yaptım, mizahşor değildim. Onunlayken yaşama sevinciyle dolup taşıyor ama çoğu zaman da hüzünleniyordum. Gökyüzüne bakıyorduk ve bakar bakmaz bir ferahlık kaplıyordu içimizi. Derin bir nefes aldı ve -güzel günlerin yakın dedi.  

Ne yanıt vereceğimi bilemeden yüzüne baktım. Biraz zaman geçti, hava kararacak gibi olunca:

—Geç oldu, kalkalım mı, dedim.

—Olur, dedi. Dalgalar kayalara çarptıkça göğsümüzdeki hüzünlü boşluk da denize dökülmüş gibi rahatladık, kuş gibi hafiflemiştik ikimizde. 


Birlikte yürürken onu seyrediyordum. Kendimize ait özel alanlarımız vardı. Yine de onu çözmekte zorlanırdım. Kapalı bir kutuyu açmak için izin gerekirdi. Birlikte yürüdüğümüz ân bize özel bir ân. Özel olanın kendine has olması kıymetli. Kendimize sakladığımız bir sürü güzel ânlar var. Bunları düşünüyordum ki yorgun olduğunu gördüm, ruhunun yorgunluğu yüzünde, gözlerinde beliriyor, bakışlarında toplanıyordu. Vücudunun yorgunluğu geçerdi peki ya ruh yorgunluğu? Her halinden belliydi, çöktüğü. Güçsüz düşmüştü, güçlü görünme çabaları sonuçsuz kalıyordu.


Hissettiği bazı şeyleri anlatamıyor, içinde yaşıyordu. Anlatamadığı hislerle nasıl baş ettiğini, onların üstesinden nasıl geldiğini, nasıl dayandığını anlatamıyordu. Onun için üzülüyordum. Yaşadığı sorunlar, hayat acımasız olduğu için o da acımasızlığı farkında olmadan kendine bir kalkan, zırh edinmişti. Elimden bir şey gelmiyordu, tedirgin bakışlarını ünledim, dalgındı. Düşünce okuyabilmeyi o ân çok isterdim. Sustuk. Yüzüme bakıyordu. Göz göze konuşuyorduk şimdi. Ruhumda bir serinlik hissediyordum. Onun yanında hep böyle hissederdim. Çocuklar gibi mutlu olurdum. Gözlerimin içi gülerdi, gözlerime baktığında görüyordu bunu. Fakat onun için aynı şeyi söylemek ne mümkün. Göğsünü baskılayan yersiz korkuları vardı. Buhranları vardı. karamsardı. Çıkmaz bir sokaktaydı. Karanlık bir kuyudaydı, oradan çıkmak için debelenip duruyordu. Karanlığından korkuyor ve o karanlıktan beni uzak tutmaya çalıştığını söylüyordu.


Söz mühürdü. Söz verip, vazgeçtim deyip, bağlandığı her şeyle onu baş başa bıraktım. Korkuları, kaygan bir zemindeydi. Olmaz deyip, oldurttuğu her şeyle onu baş başa bıraktım. Yarım kalanı özlüyordu. Yarım bıraktığını, tamamlayamadığını, bu yüzden hep o yarım kalan hikâyesine dönmek istiyordu; tamamlanmak için buna ihtiyacı vardı. 

İlhan İrem: “Ayrılıkların da sonu var, bir gün çıkıp geleceksin.” dediğinde ayrılığın bir son olmadığını biliyordu.


Onunla güzel bir ânı paylamak keyifliydi. Kaliteli zaman geçiriyorduk.

Birlikte susabiliyor, gülüyor, neşe ve hüznü paylaşıyorduk.  

His dünyamızda yaşayan güzel hatıralar. Bahse girerim ki unutulmadı!