İkinci denememde doğru anahtarı bulup kilide yerleştirdim. Kapı gıcırdayarak açıldı. Bir süre öylece baktım beni karşılayan karanlığa. Yalnız yaşayanların aşina olduğu bir ‘hoş geldin’ şekliydi bu. Ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdim. Işıkları yakmadan salona doğru yürüdüm. Evde doğru dürüst eşya olmadığından bir yere çarpma ihtimalim de zayıftı. Abajurun düğmesine basıp pencere kenarındaki tekli koltuğa oturdum. Köşe masasının üzerindeki sigara paketinden bir dal yakıp derin bir nefes çektim.


Bugün, en iyi arkadaşımı gömdüm toprağa. Cenaze kalabalıktı, özellikle de ömrü boyunca yalnızlıktan dert yanan biri için. Çok geç kaldılar… Tabutunu sırtlamaktan daha fazlasını yapabilirlerdi. Ben de onlar kadar suçluyum. İzin alıp birkaç günlüğüne gidebilirdim yanına. Daha sık arayabilirdim. Kendi boktan hayatıma çekidüzen vermeye çalışıyordum. Bunca zaman sonra bir şeyler düzelir sanmıştım. Çabaladım. Yetmedi ya da fazla geldi. Çırpındıkça daha da derinlere battım.


Oturduğum yerden kalkıp mutfağa doğru ilerledim. Günlerdir doğru düzgün bir şey yemedim. “Aç değilsin ama yaşamak için yemek zorundasın,” diye avuttum kendimi. O an, yaşamak zorunda olmadığım geldi aklıma. Dolaptan bira ile fındık alıp koltuğuma geri döndüm. Bir sigara daha yakıp şişeyi kafama diktim. Yarım saat sonra, koltukta sızmak üzereyken, kapı zili evin boş holünde yankılandı.

Perdeyi aralayıp dışarıya baktım. Altın sarısı saçları, girişteki lambanın altında parlamasa karanlıkta seçemezdim onu. Kalkıp kapıyı açtım.

“Hoş geldin.”

“Hoş bulduk.”

Birkaç saniye kapı eşiğinde bakıştıktan sonra sessizliği bozdum.

“İçeri gelsene...”

Evin kapkaranlık olduğunu yeni fark etmiştim. Kenara çekilip ışıkları açtım. Aniden ışıldayan floresan gözlerimi yaktı. Aleyna, ağır hareketlerle içeri girip salona yöneldi. Tekli koltuğun karşısındaki şişme yatağa oturdu.

“Kusura bakma, yeni taşındığım için ortalık dağınık biraz.”

“Yok, sorun değil. Asıl bu saatte haber vermeden geldiğim için sen kusura bakma.”

“Estağfurullah, olur mu öyle şey? Bira içer misin?”

“Olur.”

Buzdolabından iki bira alıp karşısına oturdum. Hep hüzünlü bakardı Aleyna. Gülerken bile dokunsan ağlayacakmış gibi dururdu. Yüzüne bakarak nasıl olduğunu anlamak imkansızdı.

“Başın sağ olsun,” dedi. “Cenazede etrafın kalabalıktı, yanına gelemedim.”

“Sağ ol.”

“Şey… İntihar ettiği doğru mu?”

“Doğru, maalesef.”

“Neden peki? Mutsuzdu, biliyorum ama…”

“O yüzden değil. İnsanlar mutsuz oldukları için değil, çaresiz oldukları için intihar eder. Yoksa mutsuzluk gelip geçer. Artık durumun değişeceğine inancı kalmamıştı. Biz de aksini gösteremedik ona.”

“Kendini suçlamıyorsun değil mi?”

“Onlarca insanı kurtardım Aleyna. Doktorum ben, mesleğim bu. Ne yaparsam yapayım, en yakın arkadaşıma dokunamadım bile. Çok zeki bir adamdı, kolay ikna olmazdı. Ama bir şeyler daha yapabilirdim, bilmiyorum…”


Konuşmadan önümüze baktık bir süre. Bir şeyler söylemek istiyor fakat doğru kelimeleri seçemiyor gibiydi. Birasından büyükçe bir yudum aldıktan sonra, ağlamaklı bir ses tonuyla konuştu.

“Öbür dünyaya inanıyor musun?”

“Bu dünyaya bile inanmıyorum.”

Saçlarını geriye atıp iç çekti.

“Onlarca insanı kurtardın ama hiç değişmedin. Hayatı o kadar sevmiyorsun ki… Mutlulukların çok kısa sürüyor, mutlaka üzülecek bir şey buluyorsun. Sana değer versinler istiyorsun ama kendinden nefret ediyorsun. Böyle olmasan, belki…”

Cümleye başladığına pişman olmuştu. Sustu.

“Devam et,” dedim. “Belki ne?”

“Belki ayrılmazdık. Belki güzel bir hayatın olurdu. Belki arkadaşına daha çok yardımcı olabilirdin.”

Küllüğü önüme çekip bir sigara yaktım. Midem bulanmaya başlamıştı. Pencereyi hafifçe araladım. Soğuk havayı içime çektim.

“Terk eden sendin. İlk tanıştığımız zamanlar da böyle değil miydim? O zaman sevmiştin beni.”

“Sevdim.”

“Sonra ne oldu?”

“Yoruldum. Bak, çok güzel zamanlar geçirdim seninle. Anılar biriktirdim. Tanıdığım en zeki adamsın. Ama bunaldım. Bitmek bilmeyen melankolinden, karamsarlığından bunaldım. Sevdiğin insanı hep mutsuz görmek ne kadar zor biliyor musun? Neşeli olduğun zamanlarda o kadar iyiydi ki her şey…”

“O yüzden gittin, Sercan serserisiyle sevgili oldun öyle mi? Nasıl, eğlendirebiliyor mu seni istediğin gibi?”

“O bir hataydı. Geçen hafta ayrıldık biz.”

“Bu yüzden mi geldin buraya?”

Yüzü, öfkeli bir hâl aldı. Çantasını alıp ayağa kalktı.

“Arkadaşını kaybettiğin için yanında olmak istedim. Sana değer verdiğim için… Asla değişmeyeceksin değil mi? Öfken hiç dinmeyecek insanlara karşı. Hep haksızlığa uğradığını düşüneceksin. Tekrar başın sağ olsun, hoşça kal.”


Hızlı adımlarla çıktı evden. Demir kapı gürültüyle kapandı. Ne yapacağımı bilemez hâlde odanın ortasında dikiliyordum. Etrafı süzmeye başladım. Gri duvarlar, karşıdaki televizyon, köşe masası ve üzerindeki kül tablası… Vitrindeki fotoğraflara bakarken buldum kendimi. Acaba Aleyna görmüş müydü bunları? Onunla gittiğimiz yurtdışı tatili, konserler, Datça’da yaptığımız kamp… Hepsi bu vitrinde. Bunları görseydi bir şans daha verir miydi bize? Aptallık ettim. Tercih edilmemenin verdiği öfkeye yenik düştüm yine. Sohbeti devam ettirebilirdim, güzel şeylerden konuşabilirdik.


İçine düşen güzel şeyleri mahveden dipsiz bir kuyuyum ben. Yalnız, kıskanç ve huysuz bir adamım. Ama böyle olsun istemedim. Çabaladım. Daha iyi biri olmaya çalışırken, daha da dibe vurdum. Tıpkı onun gibi. Mücadelesini gördüm, var olma çabasını gördüm. O benden daha cesurdu. Bugün en iyi arkadaşımı gömdüm. İlk toprağı ben attım üzerine. Tabutuna omuz verdim.


Apar topar giyinip aceleyle çıktım evden. Arabayı çalıştırıp otoparktan ayrıldım. Boş yolda hızla sürdüm. Dakikalar sonra tabela karşımdaydı: Sütlüce Mezarlığı.