Yol boyunca ağaç dallarının suya yansımasını izledim. Gerçek hallerinden çok daha çekici gözüküyorlardı. Derinliğinde kaybolabileceğim bu görüntü, görkemi sükunetinde saklı bir şiire dönüşüyordu. Açılmayı bekleyen bir çile, merakından kaybolmuş bir çocuk, emeği üzerinde bir kuş yuvası, deniz kumunda aranan bir mücevher, dumanı tüten bir silah, kırılmış vazoyu toparlayan bir el, topraktan başını kaldıran bir filiz, gökyüzünü arşınlayan bir telli turna.
Yansıma tüm bunlara gebeydi ve bu çok efsunlu bir şeydi. Hemen oracıkta büyüye kapılmak vardı da... Saatlerce günlerce burada kalmak, insana yüklenen anlamlardan kurtulmak istedim. Sonra bunu yapabileceğime de inanmak istedim. Olmadı. Suyun yansıması bitince kendi gerçekliğime dönüverdim. Oysa bu bir seçenekti. Cesur bir kararı beklercesine orada duruyordu. Çok kez yaptığım gibi sığ suları tercih ettim. Görmeye cüret edemediğim derin suların hayal kırıklığı ile yürüdüm.
Doğduğum andan beri ben olamayaşımı, anne, kadın her neyse onu bekleyen evi, içindeki sevimsiz işleri, hayatın akış hızını, bir anda bitiverecek yaşamımın son anında aklıma düşecek pişmanlıklarımı düşündüm. Üç beş dakika geçmişti. Sıradan yaşantımın boyası dökülmüş yeşil kapısına vardım. Gülümsemedi bile. Her zamanki yerinde kös kös duran paspasın üzerine her zamanki gibi bastım. Binlerce kez yaptığım şekilde koridorun soğukluğuna montumu astım. Bu montu asmanın başka yolu yok muydu? Belki de fırlatmalı ve üstüne basarak geçmeliydim. Bu kuralları kim yazıyordu? Montun bu şekilde asılması gerektiğini ben nereden öğrenmiştim? Evde, okulda veya sokakta, nakış gibi işlenmiş bu davranış modellerine nasıl karşı koyabilirdim? Çünkü bunlar benim duygularımla hiç ilgilenmiyordu. Ve yazılı olmayan bu rutinler ruhumu her yerden sıkıştırıyordu. Peki ben neden bunun üzerine hiç düşünmemiştim? Şüphesiz suyun yansımasının meditatif etkisi bana bunları sorgulatıyordu. Kendimle bu kadar yakınlaşmışken şimdi değilse ne zaman diye sordum. Zamanın akışında kendime bir alan yaratmaya çalışacaktım. Kadının ilk nöbet yeri mutfaktı. Ama ben mutfağın aksine banyoya yöneldim. Bu birkaç saati kendim için yaşamaya niyet etmiştim. Önce sıcak suyu açtım. Sonra kendime bir kadeh şarap koydum ve banyoya döndüm. Sevdiğim şarkılar kulağıma gelmeye başladı. Kıyafetlerimi hiç bir acelem yokmuşcasına yavaş yavaş çıkarmaya başladım. Sorumluluklarımdan soyunuyordum. Soyundukça da hafifliyordum. Bu yavaşlama çok haz vericiydi. Arada kadehimden de yudumluyordum. Benden düşen yerdeki parçalara üstten baktım. Sonra aynadaki yüzüme. Bakışlarımda tanıdık duygular aradım. Ama yoklardı. Umursamazlık bana her zaman ne kadar yabancıysa şimdi o denli belirgindi. Dudaklarım dolgunlaşmış, gerginliği gitmişti. Baktım, orada da endişelerim saklanmıyordu. Küstah bile sayılabilirdim. Kendime ait olmayan bir yaşamı yıllarca yaşamış oluşum acayip saçma geldi. Hatta aptalca idi. Aptallığıma güldüm. Kaybettiğim yıllara acıyla karışık güldüm. Sonra suyun dalgaları gibi büyüdü. Kahkahaya dönüştü. Kıyıya patlayan dalgalar gibi coşkusu arttı, daha da büyüdü. Ayaklarım ve vücudumun yarısı sıcak suyun içindeydi. Ben dehşetle gülüyordum. Sonra suyun etkisiyle gülmemin şiddeti azalsa da fren patlamıştı bir kere. O boşalmayı yaşamam gerekiyordu. Kahkahalardan hıçkırıklara bir anda geçişime şaşırdım. Gözyaşlarım suya karışıyordu. Gömülmeye devam ettim. Yansıma bitmişti. Artık suyun içindeydim. Sadece bendim. Derin sulara çok yakındım.