Bura bir sarnıç mıdır yoksa bir gölet mi bilmem. Soran olursa «Eskilerden, Roma’dan kalma bir sarnıçtır» Derim. Su birikintisi bir miktar uzar gider de ince bir yola dönüşür. O incecik yolun kenarlarına beton döküp birkaç kilometre ileride Kızılırmak’ın onlarca kolundan birine bağlarlar da, var ederler. Toprak suyun bitiminden yokuş olur, uzar da gider. En nihayetinde eskiden asfalt olan, zamanla onarmak yerine orasına burasına gri çakıl taşlarının atıldığı bir yola çıkar. Yol da kıvrılır da kıvrılır bir köyceğize ulaşır. Köyden şehire bir bu sarnıç, bir de sağlı sollu haşhaş tarlaları vardır. Ekim biçim vakti geldi mi incecik yolda traktörü, pulluğu, envai çeşit tekerlekli aleti, fırlatır atar çakıl taşlarını etrafa da gezer dururlar.
Rica minnet getirdi de bıraktı Rıfat beni suyun yamacına.
— «Ha güzel kardeşim, atıver beni şu sarnıca. İçim şu taş yığınına sığmaz oldu. Her yan insan, sıcak desen, taştan sekip böğrümü yakar.» Dedim.
— «Senin için batsın. Şimdiyi mi buldun? » Dedi. «Bir dünya işim var daha. Saat neredeyse öğlen oldu daha başlamadım bile!»
— «Bırak şimdi dalavereyi. Ne işin ola?»
— «Vallahi var.»
—«Neymiş o?»
Rıfat elindeki fasikülü kıvırdı vurdu masaya. Tahta zeminde gırç gırç yürüdü duvar dibindeki dolaba vardı. Koca kapağa asıldı. Dev gibi boş bir tuval çekeledi.
—«Bu nedir bilir misin?»
—«Bilmem.» Dedim.
—«Dört numarada oturan koca karı için. Evvelki hafta geldi de istedi. Saksıda çiçek çizeceğim. Beyaz örtülü masası da olacakmış.»
—«Amma da kocaman tuval bu. Hangi çiçek sığar buna?»
—«Ne bileyim ben!» Dedi. «Biraz ondan çizeceğim, biraz bundan. Sonra da sepetlerim. İster beğenir ister beğenmez!»
—«Ama ödemeyi yapsın.» Dedim.
— «Yapar.» Dedi.
Kıvrık fasikülü elime aldım. Bir süre masaya ritim tuta tuta vurdum. Rıfat bir sigara yaktı, dumanını burnundan verdi. Bir süre öylece durduk masada.
— «Rıfat.»
— «Ne var?»
— «Çıplak kızların vücutlarını da çiziyor musun ara sıra?»
— «Çiziyorum tabii.»
— «Model gelip soyunuyor mu burada?»
— «Yok canım!» dedi. «Hatırımda kaldığı kadar. Hafızamdan çiziyorum.»
— «Şu tercüman kızı da çizdin mi hiç?»
— «Hangisini diyorsun lan?»
— «Hani şu arka taraftaki sinemanın önünde karşılaşmıştık sizinle. Senin boylarında var gibiydi. Sizin peşinize takılırım diye korkup, yetişmemiz gereken bir yer var deyipte kaçıp gitmiştin hani. İki ay falan olmuştur.»
— «Hatırladım, hatırladım. Onun da bir resmini çizdim tabii. Dolunay vakti pencereye sırtını dönmüş de dışarıyı izliyor böyle. Yanda da roma sütunları var sağlı sollu. Ne güzel olmuştu be!»
— «Sırtı mı dönüktü? Yazık olmuş. Ne güzel memeleri vardı o kızın.»
— «Şimdi neden apar topar kaçtığımızı anladın mı seni terbiyesiz herif?»
— «Ama güzel değil miydi? Memeleri diyorum.»
— «Güzeldi.»
— «Türkçe mi yoksa Fransızca mı seviştiniz?»
— «Sen normal değilsin!» Dedi. Ama gülümsüyordu.
— «Rıfat.»
— «Yine ne oldu be adam?»
— «Beni suyun kenarına bırakırsın değil mi?»
— «Bırakırım, bırakırım.»
— «Sigaran var mı hiç?»
Pakedini araladı. Kısa bir bakış attı.
— «Az. Ama istersen birkaç tane verebilirim.»
— «Yolda durur alırız. Hem biraz şarap da alacağım.»
— «Bu sıcakta?» Dedi.
— «Bu sıcakta.» Dedim.
Sokağa çıkar çıkmaz sıcak, insanın suratını kemiriyordu. Mavi gök güneşin varlığıyla ezilmiş de yırtılmamak için titriyordu. Güneşin tohumları kaldırımı kaynatıyor, araba kaputlarına dikkatli bakılınca titrek, dalga dalga havaya karışan sıcağı görebiliyordu insan.
Haşhaş tarlaları sararmış, gökte bulutlar sıcaktan bir sicim gibi incelmiş uzanıyordu. Rıfat beni bırakmadan önce, ya bir ya da iki araba ile karşılaştık yol üzerinde. Sarı tarlaları aştıktan sonra sevimli su birikintisi ve onun civarındaki aralıklı ağaçlara ulaşabildik nihayet. Kalın gövdeleri vardı bu ağaçların. Gövdelerinde yer yer oyuklar vardı. hayvanlar yuva yapmışlardı belli ki. Bir ağaç vardı, bir sürü çim, ara ara yaban çiçekleri, sonra bir ağaç daha. Dallanıp budaklanan ağaçlar birbiriyle kavuşmuyordu ama. Her geçen yıl birbirine biraz daha yaklaşsalar da kavuşmalarına aşağı yukarı bir asır kadar vardı.
— «Beni artık burada indir.» Dedim. «Ta suyun dibine de götürmezsin herhalde?»
— «Haydi, haydi in.» Dedi. «İşim gücüm var zaten.»
— «Peki memelerim şu tercüman kız gibi güzel olsaydı? O zaman ta suyun dibine bırakır mıydın?»
Başını öte yana çevirip sırıtarak küfür etti.
— «Mösyö!» Dedim. «Yapma böyle! Peki ya sırtım? Sırtım hakkında ne düşünüyorsunuz?»
Ceketimi omuzlarımdan sarkıtıp gömleğimin arkasını araladım. Rıfat anlamsız bir sırıtma ile şovumun bitmesini bekliyordu.
— «Beni burada, hiçliğin ortasında bırakıp gidecek misiniz mösyö?»
— «Bıraksam ne olurmuş?»
— «Ya köylüler beni kaçırmaya karar verirse? Bilmez misin köylü ne edepsizdir?»
— «Sen bin tane köylüden daha edepsizsindir.»
— «Beni ne zaman almaya gelirsin?»
— «İşim bittikten sonra buradan alırım.»
— «Peki ya işin geç biterse?»
— «Arar telefonla haber veririm. Telefonun açık değil mi?»
— «Açık, açık.»
— «Şarjı var mı?»
— «Neredeyse tam.»
— «Akşama görüşmek üzere.»
— «Au revoir, monsieur.»
Otlar ilgilenen kimse olmadığı için gelişigüzel uzamıştı. Kimi bilek ile diz arasında bir yerlere gelirken kimi kuruyup gitmişti. Yer yer yaban çiçekleri boyunlarını sağa sola bükmüş sakince duruyorlardı. Bir miktar yürüdükten sonra bir ağacın dibine attım kendimi. Otların arasında yaprakların izin verdiği kadarıyla göğü izliyordum. Balıklar tek tük su birikintisinin yüzeyinden atlayıp şıp şıp ses çıkartıyorlardı. Şarabımı ağacın gövdesine yasladım. Yeşil camlı çirkin bir şişeydi. İçimden keşke zengin olsaydım diye geçirdim. Esaslı, üzümlerini genç kızların çiğnediği, Frenk üzümlerinden yapılma bir şarap içmek ne iyi gelirdi. Eteklerini ıslanmasın diye baldırlarına kadar çektikleri, bir de muzip şakalarla kıkırdaştıkları bir sahne geldi gözümün önüne. «Evet, evet.» Dedim. Bu gerçekten esaslı olurdu.
Metal pres makinalarının ruhunu ezdiği, koyu, adeta kötü bir yeşil şişenin içerisine hapsolmuş şaraptan bir yudum aldım. Ekşi, tekinsiz bir tadı vardı. Ama yemek borumdan kayarken içimi bir hoş etmiyor da değildi. Mantarı ta en uzağa suyun olduğu yere atmak istedim. Yarı yolda yuvarlandı gitti meret.
Bir süre sonra uzaklardan bir sinek vızıltısı duyulur oldu. Arttı, arttı, arttı. Bir süre sonra sinek değil de bir motorsiklet olduğu anlaşıldı. Yarım kasklarını çıkarıp bir delikanlı ile bir kız indi motordan. Açık mavi, beyaz minik bir mobiletti bu. Koltuğun altındaki bölmeden kırmızı beyaz bir bez ile hasır bir sepet alıp el ele suyun yakınında bir ağaç dibine koşar adım ilerlediler. Örtüyü güzelce atıp ağacın gölgesine yerleştiler. Oğlan krem rengi keten bir gömlek giyiyordu. Kızda da çiçek desenli, tek parça bir elbise vardı. Elbise beyaz kumaştı ama öylesine fazla çiçek motifi vardı ki rengarenk gözüküyordu.
— «Amma güzel manzara, değil mi?» Dedi çocuk.
— «Öyle.»
— «Bana neyi hatırlatıyor biliyor musun?» Dedi çocuk; «O zamanlar beş ya da altı yaşlarımdayım. Babam bir köy okulunda öğretmen. Çanakkale’nin bir köyü. Yaz tatilinin başlamasına az kalmış. Çocuklar köyde çalıştıkları için babam da koyvermiş dersleri, haftanın ortasında böyle bir yere pikniğe gelmişiz. Annem güzel de bir börek yapmış. Yanında kuş üzümlü bir kek. Termostan çay içiyoruz. Babam yatılı okul anılarını anlatıyor. Ben pek bir şey anlamıyorum ama annem kıkırdıyor, babam sanki anlayacakmışım gibi bana eğilip ses tonunu değiştirip daha da canlı anlatıyor.»
— «Yaa!» dedi kız. Gözleri uzaklara dalmıştı. Sanki o günü kendi hafızasında canlandırmaya çalışıyor gibiydi.
— «Yol boyunca domates tarlaları olur. Kimi tarlalarda köylüler olan domatesleri kasalara dolduruyorlardı. Mevsim iyi geçerse öyle de bir domatesler olurdu ki! (Eliyle domateslerin iriliğini tasvir ediyor.) Hele renkleri, nasıl kırmızı olurlar biliyor musun?
— «Bilmem ki.» Dedi kız. «Nasıl kırmızı olurlar?»
Çocuğun yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.
— «Aynı seninle şey yaptıktan sonra yanaklarının olduğu gibi!»
— «Ney yaptıktan sonraki gibi?»
— «Aman canıım, şey işte, işte bu!»
Delikanlı kızın kolundan tutup omuzlarını öpmeye başladı. Omuzlarından yavaş yavaş boynuna doğru ilerliyordu. Bir eli kızın eteklerinin arasından sağ baldırına ilişmiş hafifçe sıkıyordu. Kız birden kendini çekip çocuğun omzuna vuruverdi. Gülüyordu, ama yanakları hakikaten çocuğun bahsettiği gibi al al olmuştu.
— «Allah seni bildiği gibi etsin e mi!» Dedi kız. «Ben de ne diyeceksin diye merak etmiştim.»
— «Ama vallahi öyle, billahi öyle!» Dedi delikanlı. «Yeryüzünde başka bir kırmızı yoktur ki aynı tazeliği, o heyecanı, o doğallığı tasvir etsin bana. Baksana! Nasıl da ateş yürümüş yüzünün kenarlarına. Ne tutarsın beni?»
Kız alelacele dizlerinin üstüne doğruldu.
— «Bak!» Dedi. «Ne güzel sandviçler hazırladım bize. Şu ekmeğe bak! Ne kadar güzel ve yumuşak.»
— «Şu güven sokaktaki fırından mı aldın bu ekmekleri? Ne diyorlardı çapata ekmeği mi?»
Kız ağzını eliyle kapatarak güldü. Yanakları al aldı. Burnunun gölgesine düşmüş çilleriyle rüzgarda savrulan buğday tarlası kadar saf ve güzeldi.
— «Evet.» Dedi. «Oradan aldım. Ciabatta ekmeği. Arasına beyaz peynir koydum, biraz da krem peynir sürdüm. Azıcık da yeşil biber.»
Kız sonra sepetin içine uzandı, iki tane çeri domates alıp yanaklarının hizasında tuttu.
— «Ve biraz da çeri domates! Sen anlatana kadar domates sevip sevmediğinden emin değildim. sandviçin arasına bunları da koysak olur gibi.»
Domatesleri eliyle iki parçaya böldü, sandviçin içine kattı. Domatesin sıçrayan suyu elbisesinin eteğine düştü, bir miktar da bacağına geldi. Çocuk uzanıp kızı yanağından öptü. Sonra sandviçlerini bir güzel yediler. Suyun üstünde balıklar yine kıpraştı. Çocuk eliyle balıkların olduğu yeri gösterdi. Kız eliyle ağzını kapatıp güldü.
— «Biliyor musun dün gece ne düşündüm?» Dedi çocuk.
— «Bilmem? Ne düşündün?»
— «Bundan tam beş sene sonrasını.»
— «Ne varmış beş sene sonrasında?»
— «Bilmem, beş sene çok değil midir?»
— «Çoktur ya.» Dedi kız.
— «Beş sene önce henüz çocuk sayılırdım. Beş sene sonra ise tam yetişkin diyecekler bana. Şimdi arada bi yerdeyim. Hafta sonları çalışıyorum ama okulum bitince artık hep çalışacağım. İyice bir yerlere kök salmam gerekecek.»
— «Doğru.» dedi kız.
— «Senden bir şey istesem olur mu?»
— «İste.» Dedi kız. «Neymiş isteyeceğin şey.»
— «Gidelim buralardan.»
— «E ama okul?»
— «Hemen değil canım! Vakti geldiğinde.»
— «Olur.» Dedi kız. «Ama ya vakti gelince benden sıkılırsan?»
— «Sıkılmam.»
— «Nasıl bilebilir ki insan?»
Çocuk peçeteyle iyice ağzını sildi. Sonra gelişigüzel savurdu kağıt peçeteyi. Peçete öne doğru gideceğine yuvarlandı durdu rüzgarda. Ta ayaklarımın dibine kadar geldi. Neyse ki peçeteyi çoktan unutmuşlardı. Beni görmediler.
— «Geçen hafta.» Dedi çocuk. «Sana mavi bir elbise almıştık. Üzerinde sarı ayçiçekleri vardı. Bildin mi?»
— «Bildim.» Dedi kız. «Amma da güzel elbiseydi değil mi. Şu geceleri kurulan pazar yerinden almıştık.»
— «Doğru.» dedi çocuk. «Ne de güzel yakıştı üstüne. Da konumuz o değil. O akşamleyin pazar mahşer yeri gibiydi. Postanenin hizasında kopup gitmiştin benden. Hatırladın değil mi?»
Kız kıkırdadı.
— «Hatırladım, hatırladım. Ne soluk benizli bulmuştum seni. Suratın bembeyaz olmuştu. Soğuk soğuk terlemiştin.»
— «Bi anlık boşluğuma gelmişti de ondan. Halbuki istesem ararım telefonundan ne var değil mi? Ama nasıl boşluğuma geldiyse işte demiştim kendi kendime, kayboldu gitti. Ne yapar ne ederim ben?»
— «Çocuk musun adam mı bazen emin olamıyorum.» Dedi kız.
— «Ne yapalım biliyor musun?»
— «Ne yapalım?»
— «Zamanı gelince çok uzaklara gidelim seninle.»
— «Ama nereye?»
— «Bilmem.» Dedi çocuk. «Çanakkale’ye gidelim. Sıkıldık mı karşı tarafa geçeriz. Saros’a. O da yetmezse güneye ineriz. İstanbul da yakın hem.»
— «Olur.» Dedi kız. «Çanakkale’ye gidelim.»
— «Seni seviyorum.» Dedi çocuk. «Bunu biliyorsun değil mi?»
— «Biliyorum.» dedi kız. «Ben de seni seviyorum. Senin de bunu bilmeni isterim.»
— «Biliyorum.» Dedi çocuk. «İçimi de bu rahatlatıyor ya.»
Sular balıkların şıkırtılarıyla uludu durdu. Yaban çiçekleri ince ince esen yelde bir sağa savruldu bir sola. Çocuk kızın kahverengi saçlarını taradı parmaklarıyla. Güneş her yeri yaktı, bi sarnıç etrafı serin kaldı. Yavaşça kendine çekti incitmeden. Kızın çiçekli elbisesinin askısı kurtuluverdi omzundan. Beyaz dolgun göğsü kurtulacak gibi oldu elbisenin kenarından. Çocuk ince ince öpmeğe devam etti. Ateş kırmızısı oldu yanakları. İnceden bacakları aralandı. Açık mor rengi donu sol yanına düştü. Güneş es geçse de, bu gençlerin sıcaklığı harladı merayı. Kesik kesik solumalar geçti gitti suyun üstünden Kızılırmak’a kadar. Eti, etinin içinde kayboldu. İnce ve kısık inlemeler ninni gibi geldi kulaklarıma. Terleri ile suladılar yaban toprakları. Kız elleri ile sıktı durdu kırmızı beyaz örtüyü. Birleşip ayrıldılar tekrar ve tekrar. Kesik inlemeler, kesik soluklarla hızlandı. Yükseldi. Son bir çığlık ile titredi ve kırlangıçlar havalandı bulundukları dallardan. Sonrası sessizlik. Bir miktar kanat sesleri ve ondan sonra mutlak sessizlik.
Bu topraklarda açlık vardı. Bu topraklarda merhametsizlik vardı. Ama en önemlisi bu topraklarda hala umut vardı. Beni de rahatlatan bu oldu ya.