Sick Of Myself (İlgi Manyağı) Film Analizi

İdeolojinin sahnesinde örselenen benlik duygusu

Her yer sahneye dönüşmüş durumda ve doğum anından itibaren kendimizi bu sahneyle uyumlu hale getiriyoruz. Henüz bizler doğmadan önce bizler için tasarlanmış olan bir yaşamı sahne olarak değerlendirmek abes kaçmadı sanırım. Doğallığın giderek daha da sönümlendiği bir çağda yaşıyoruz. Doğduğumuz andan itibaren etrafımızda olup biten onca şey, gözümüzün önünden akıp giden ve çoğu zaman bilincine varamadığımız onca görüntü bizi bir biçimiyle sahneye hazırlıyor. Sahne dediğimiz yer öyle çıkıp doğaçlama kendimizi oynayabileceğimiz bir yer değil üstelik… Daha önce yazılmış olan oyunun oynanacağı, herkesin benliğini yitirip, iradeyi kaybedeceği bir yer. 

Zizek, İdeoloji kavramı üzerine özellikle 1988 yapımı John Carpenter tarafından yönetilen They Live filminde çarpıcı değerlendirmeler yapar ve bilinç örtüsü olarak gözümüze takılan ideoloji gözlüğünden bahseder. Bilincimizdeki sanal sahneyi yaratan ve bizi oraya çıkmaya mecbur bırakan da doğduğumuz an gözümüzde beliren ve bilinci uyuşturan o gözlüktür. Dönem dönem değiştirilen bu durumun son halini anlamak için geçtiği zaman dilimini de anlamak gerekir. Bu gözlük ile manipüle edilen insan bilincinin çekilemeyeceği hiçbir hat yoktur. Bu gözlük özellikle ‘ben’ olgusunu körükledikçe körükler ki bilinç toplumsal bellekten tamamen ayrılsın. Toplumsal bellekten koparılan bilincin düşürülemeyeceği bataklık yoktur. O sayede henüz 10 yıl öncesine kadar kimsenin yapmam dediği ne varsa sahnede sergilenmeye başlar. Teslim alınan benlik buna karşı bir direniş sergileyemez. Günümüzde modalaştırılan duygular, düşünceler, tuhaf sosyal medya akımları da bununla ilintilidir. 

İnsanların daha önceleri ‘topluma rezil olacağım’ diyerek yapmadıkları her şey bir biçimiyle herkes tarafından kanıksanır hale getirilir. Yani esasen rıza imal edilir. (Bkz Rıza’nın İmalatı - Noam Chomsky) 

Günümüzde ideolojik varyasyonlarla ele geçirilmiş olan insan benliği giderek narsisizme doğru yeltenmektedir ve narsisizmin kişiyi ön planda tutmak için ona yaptırmayacağı hiçbir şey yoktur. Aslında bu durum aynı zamanda insanların yaşamlarına müdahale ederek kapitalizme açıklar bırakması için form kazandırma halidir ve inşa edilen şey kültürsüzlüğün kültürüdür.


Bu akıştan razıyım ve ‘yalnızca ben varım’

Christoffer Borgli’nin geçen sene vizyona giren Syk Pike (Sick Of Myself) filmi bunu minimal bir hikâye üzerinden anlatıyor. Türkçe’ye ‘İlgi Manyağı’ olarak çevrilen filmde yukarıda bahsettiklerim Signe ve Thomas adında sağlıksız ve hatta yer yer absürt denebilecek tarzda ilişki yaşayan iki kişi üzerinden anlatılıyor. Henüz filmin başından itibaren insanın içini gıcıklayan hava filmin sonlarına doğru gidildikçe çok daha rahatsız eden bir hale bürünüyor. Filmde kendini belirgin bir şekilde hissettiren soğukluğun daha önce filmlere, kitaplara ve hatta efsanelere konu olan aşkla uzaktan yakından ilgisi yok. Yönetmen bu filmde hiciv öğelerine sıkça başvurmuş olsa da esasen günümüzde giderek duygusal ilişkilerin oraya doğru savrulduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Çünkü bireycilik ve hatta narsisizme varan iç döngü ne kadar kendini palazlarsa insanın içinde duyguların o kadar az yeri kalıyor. Signe ve Thomas arasında cereyan eden rekabetin ekonomi üzerinden tanımlanabilir hale getirilmesi bu yüzden… Narsisizm o kadar büyüyor ki ilişki tamamen iki ülkenin ekonomik rekabetine benzemeye başlıyor. 

‘Ben varım’ demek kuşkusuz bütün varlığın gayelerinden birisidir. Her varlık bir şekilde kendini bulunduğu ortamda belirgin kılmak ister ve bunun psikolojik olarak bir sorun teşkil etmediğinin bilinmesi gerekir. Çünkü belirgin olmak bilinçaltında aynı zamanda varoluş sürecini bir üst seviyeye çıkarmanın arayışıdır. Ancak ‘ben varım’ meselesinin ‘yalnızca ben varım’ haline nasıl büründüğü kolaylıkla çözülebilecek bir muammadır. İşte yönetmenimiz Borgli bize ‘yalnızca ben varım’ hususunu ince hicivle sinemayı harmanlayarak anlatmış. Bir çift üzerinden büyük bir asosyalliğe savruluş tamamen bunun izlerini taşıyor. Burada asosyallik tanımını toplumla iletişim kurmama olarak değil toplumla çarpıklığın da ötesinde bir iletişim kurmak üzerinden yapıyorum. Felç olmuş zihinlerle ancak bu kadar oluyor… 

Değişmek ve Başkalaşmak

Signe’nin kendini belirgin kılma arayışları onu yüzüne bakılmayacak bir hale sokuyor. Bir imge olarak filmde bu fiziki deformasyon üzerinden anlatılmış olsa da çirkinleşmenin tarihi iradenin yitimiyle başlıyor aslında... Akımlara ‘kapılan’, viral olmak için her türlü çabayı sarf eden yığınların imgelemdeki yansıması aslında Signe’in filmin sonlarına doğru yüzünün aldığı hal, yutkunurken boğazından gelen mide bulandırıcı sesler ve kustuğu kanda görülebilir. İçinde bulunduğumuz dünya gerçekliğini ne kadar da güzel tanımlamış değil mi? Estetiğini neredeyse tamamen yitirmiş olan koskoca devran Signe’in deformasyona uğramış ruhunda saklı. 

Filmi analiz eden psikoloji biliminde uzmanlaşmış bilim insanları bunun tam olarak Munchasen sendromuna denk düştüğünü belirtiyor. Munchasen sendromu insanın bilerek ve isteyerek kendi içinde hastalığa neden olmasına neden olan bir psikolojik bozukluk. Ama bence bu durum bireysel olarak değerlendirilebilitesini çok aşıp topluma nüfuz etmiş durumda. Çünkü Signe aslında bir psikolojik rahatsızlığa yakalanmıyor. Signe başlı başına hastalanmak üzere olan toplumu temsil ediyor. Böylelikle var olabilmek adına, kendini belirgin kılmak, tanınmak adına türlü tuhaflıklar yaparak viral olma çabasına giren insanların durumları çok daha iyi anlaşılır bir hale geliyor. Üzülerek söylüyorum ki bu film narsisizmi anlatmaktan çok daha öte. Çünkü malum hikâyede suda kendi güzelliğini gören Narcissos’un ruh hali içinde bulunduğumuz dünyanın savrulduğu noktayı anlatan bu filmde Signe karakterinin dönüştüğü durumdan çok daha insan doğasına uygun. Bu filmde narsisizmi de çok aşan bir şeyler var kısacası. Çünkü toplumsal dokuyla beraber birey olan -dahası olmayan çalışan- yanlarımızda zedeleniyor. Bu halde aynaya baktığımızda deforme olmuş bir yüzle karşılaşmıyorsak bu durum bizim normların ötesine taşmadığımızı göstermez. Neden biliyor musunuz? Biz bu durumdan razıyız ve bu razılık aynadaki asıl görüntümüzü, estetiği bozulmuş halimizi maskeliyor…

Değişim ve başkalaşım aynı anlamları faklı yollardan kıyıya ulaştıran iki akış değildir. Sanıldığının aksine Borgli bu filmle birlikte Signe karakteri üzerinden arayışta olan, değişmek isteyen bir insan tanımına gitmiyor. İlgi odağı haline gelebilmek için başkalaşan, daha da kötüsü bu başkalaşmayı giderek benimseyen bir insan tipolojisi yaratıyor. İlginin odağında olduğu sürece Signe karakteri için yüzündeki başkalaşım herhangi bir rahatsızlık yaratmıyor çünkü Signe yaşamda varolabilmenin koşullarını yalnızca ve yalnızca spotlarla bağdaştırmış. Filmin başında daha masumane başlayan ilgi çekme çabaları giderek içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Signe değişmiyor. Signe başkalaşıyor. Bir süre sonra başkalaştığı hali esas benliğini ele geçirmeye başlıyor ve artık bandajla dolaşma ihtiyacına gerek kalmıyor. O görüntü aslında Signe’nin içinden taşanların yansıması yalnızca. Estetik, fakat ilgi odağına oturmayan haline karşı özlem bile duymamaya başlıyor çünkü içinde canlanan öteki benlik alan kapma savaşında esas benliği ekarte ediyor. Böylelikle parçalanmış bir kişilik açığa çıkıyor… Ve ne yaparsak yapalım parçalanmış bir kişilikle yaşanmıyor!