Duvarda asılı duran tablodan gözümü alamıyordum. Dalmıştım. Ne düşünüyordum... Hah! Yamuktu sanki biraz! Kalkıp düzelttim. Güneş ağır aksak batmaya devam ediyordu. Balkonun bu köşesinden bakınca bütün İzmir ayaklarımın altında gibi hissediyordum. Yolun karşısında Suat'ı gördüm. Attığı her adım bir diğerinden uzundu, yürüyüşü leylekleri andırıyordu. Bir beden büyük montunun kolları, kendi kollarından uzundu. Üç numara saçları, sarımtırak karmakarışık sakalları ve yersiz gülüşleriyle onu hiç tanımayanlar akli dengesinin bozuk olduğunu düşünebilirdi.

Suat bana dünden kalan bir şeyleri hatırlatıyordu. O, sanki bir daha hiç görmek istemediğim, ömrümün tozlu raflarında çürümeye bıraktığım, belki de utandığım, çoktan gömdüğüm bir mezarın çiçeklerini suluyordu. Suat nasıl ve neden sorularından yoksundu. Onun için an vardı an yoktu. Kimse için endişelenmez, umursamazdı. Ördüğü duvarların -muhtemelen- tuğlalarını başkaları taşımıştı. Bu adamın gözlerine baktığımda yitirmişliği fark etmemem mümkün değildi. Suat, bütün kurmaca dünyaların içinde bir gerçeklik gayesi, bir varoluş meselesiydi.


Akşam oldu. Bir süre daha öylece durdum. Hafif hafif uzaklaşırken gözden kaybolana kadar onu seyrettim. Nihayet kendi gittiğinde gölgesi gözlerimde kalmıştı. İçeriye döndüm. Sesler duyuyorum televizyon sesi, benim sesim, dışarıda çocuk sesi, sesler... Allah'ın cezası tablo yine yamulmuş! Kalkıp düzelttim. Yıllardır uyumuyormuşum gibi bir uyku bastırdı. Yatağıma yattım. Duvar, tablo, ayna. Duvarlara is çökmüş boyamak lazım bir ara diye düşündüm. "Boş ver gelenin gidenin mi var sanki" Ses... Kim dedi onu? Korkar gibi oldum ama hatırladım, döndüm "Suat" dedim "uyu artık".


Gece gitgide büyüdü ve kapaklandı üzerime.