Aralığın otuzuydu bugün. Şehrin kasvetli manzarasını örten kalın kar tabakası, yetmiş ikisini deviren
Tahir Bey’in şerefi ve onuru ile boyanmış saçları kadar beyazdı. Penceresinden bir süredir bu
görüntüyü izleyen gözlerine daha fazla azap çektirmemek için tozlanmış perdeyi çekiştirerek kapadı
ve koridora yöneldi. Bakımsızlıktan yıpranıp kurtlanmış parkeler, Tahir Bey’in ayakları altında bir
piyanoymuşçasına gıcırdıyor, kendini ritme kaptıran Tahir Bey de ömrünü silah tutmaya adamış
ellerini bir kez olsun sanatçı gibi kullanıp piyanist edalarıyla ilerliyordu. Yatak odasının önünden
geçerken eşi Büşra Hanım’ın yarım kalan ilaçları ile göz göze geldi. İçi biraz burkulsa da piyano
çalmaya devam ederek ilerledi, ne de olsa bir sanatçının sanatı ölüm dahi olsa susmamalıydı. Koridorun
sonuna geldiğinde ışığı açarak girdi. Girdiği ameliyatlardan dolayı yamalı bir gömleğe benzeyen
vücudunu iyice yıkayıp aynanın karşısına geçti, cama sinen buharları silerek elini kirli sakallarında
gezdirdi. Ardından köpükledi ve dörttür kullandığı jiletine göz attı. “Hayır!” dedi sessizce.
Emekli polisler olarak her yılbaşı arifesinde buluşma düzenledikleri o önemli gün bugündü ve Tahir
Bey onların amiriydi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da çizgili takım elbisesini giydi ve kafasını yatağa çevirdi,
elleri çenesinde kendisini izleyen Büşra Hanım’ı göremeyince elinde duran kravatı çöpe fırlattı. O çok
sevdiği kravatını bu yaştan sonra ne bağlamayı öğrenebilirdi ne de kravatını bağlayacak birini bulurdu.
Portmantodan paltosunu alıp giydikten sonra yılların yadigarı Mayın’ı da beline yerleştirerek evden
çıktı. Otobüs durağına giden yolda kedi ölülerine rastlayan Tahir Bey, bu şehre henüz acemi bir polis
iken geldiği yılları hatırladı, donarak ölen kedileri görünce dehşete düştüğü zamanlardı onlar. Lakin
artık farkındaydı. Şehir kedileri sevmez, asla beslemezdi. Nitekim her kar yağdığında ölürlerdi.
Tahir Bey güç bela yürürken, arabasını sattığından yakınıyordu. Durağa vardığında parasını kontrol etti
ve gelen otobüse yanındaki hamile kadına öncelik vererek bindi. Şoförün hemen ardına yerleşen Tahir
Bey, kambur gibi oturan insanların aksine mermerden bir heykel gibi durup dışarıyı izliyordu. İndiği
durağın tam karşısında duran balık restoranına yöneldi. Mekânın önüne geldiğinde derince bir nefes
alıp süslenmiş çam ağaçlarının arasından kasılarak girdi. Mayışmaya niyeti olmayan Tahir Bey
şömineye en uzak cam kenarı masaya oturdu. Her daim bir saat erken gelen Tahir Bey açık bir çay
istedi. Garsonların sunduğu öğle yemeği servisini izlerken gözleri birden restoranın büyük kapısını
aralayan surete ilişti. Ahmet’ti bu… Eşi Büşra Hanım’a gizli gizli mektuplar yazan, yakalanınca da Tahir
Bey’den temiz bir dayak yiyen adam. Bu olaydan sonra ilk kez gelmeye cesaret edebilmişti ve nedeni
de belliydi. Ahmet, Tahir Bey’i görünce hızlıca elini sıkıp “Başın sağ olsun devrem!” dedi. Cevap
alamayınca sessizce oturdular masaya.
Yalnızca masa örtüsüne odaklanan Tahir Bey kafasını kaldırdığında Ahmet’i sigarasını yakarken
gördü. İşaret parmağı ile sigarayı göstererek “Yüzüme üfleme.” dedi. Omuzlarını silken Ahmet,
sigarayı Tahir Bey’in yüzüne üfleyerek içmeye devam etti. Çılgın bir an boyunca bildiği bütün
kelimeleri unutan Tahir Bey, “Saygısızlık” dedi. “Saygısızlık, saygısızlık, saygısızlık...” Giderek artan
sesini artık tüm restoran duyuyordu, lakin Ahmet duymuyordu. O hala saygısızlık derkenki kapanıp
açılan ağzına dumanları üflüyor, öfkeden kudurmuş birini görmenin hazzını yaşıyordu. Ayağa kalkan
Tahir Bey elini yıllardır yapmadığı bir şekilde belindeki o noktaya götürerek yılların dostu Mayın’ı
çıkarıp Ahmet’in kafasına 3 el ateş etti. Ardından Mayın’ı masaya koyup sandalyesine geri oturdu.
İçine kan sıçramış çaydan bir yudum aldı ve bağırdı: “Olmamış bu çay!” Kanlarla kaplanan masadan
kalkarak bir ön masaya geçen Tahir Bey bir yandan yolu izliyor, bir yandan da Mayın’ı temizliyordu. Az
önce restoranda yemeklerini yiyen müşteriler şimdi dışarıya çıkmış dehşetle Tahir Bey’i
izlemekteydiler. Bu durumu komik bulan Tahir Bey kahkaha atma isteğinin önüne geçerek kafasını,
sildiği silahından ayırmadan Ahmet’e seslendi: “Gördün mü şunları Ahmet? Hepsi bana canlarını
almaya gelen Azrail'mişim gibi bakıyor.”
Siren seslerini duyan Tahir Bey, Ahmet’le olan konuşmasını “Kusura bakma gitmem gerek, çaylaklar
geldi.” diyerek kesti. Elinde Mayın ile dışarı çıkan Tahir Bey karşı kaldırımda oturan, hem soğuktan
hem korkudan titreyen garsona seslenerek “Buluşmaya ben ve Ahmet katılamayacağız, gelenlere
söylersin. Sorarlarsa mühim bir işleri varmış dersin. Ya da hayır, mühim bir işleri bitmiş de.” dedi. Kendisine
kelepçeyi uzatan polisleri görünce tebessüm etti, yılların amirine göstermeleri gereken bir saygıymış
gibi davranıyorlardı. Tahir Bey, böylesine saygılı polislere silahını vermekten gurur duyarak son kez
can dostu Mayın’a bakıp teslim etti. Ardından kelepçeyi takıp arabaya bindi.
Eski iş yeri olan karakolda deliksiz bir uyku çeken Tahir Bey, çok geçmeden kendini duruşma
salonunun kapısında buldu. Koluna sımsıkı girmiş askerler sarsamayacağı iki dağ gibi duruyordu.
Koridordan kundura sesi duyan Tahir Bey, bu kişinin devletin atadığı avukat olduğunu fark etti.
Üstüne bol gelen gömlekle bir hayli gülünç durumda olan Avukat Hakan, on beş dakika boyunca Tahir
Bey’e bir şeyler anlattı ve içeri girdi. Anlatılanların hiçbirini dinlemeyen Tahir Bey avukatın yeni
olduğunu anlamış ve bu yüzden duruşmaya katılmasına itiraz etmemişti. İsmi okununca içeri alınan
Tahir Bey, yargılanacağı yere doğru yürürken davaya gelenlere bakıp biraz şaşırdı, salon
tıklım tıklımdı. Gelenlerin yarısı Ahmet’in yakınları iken, diğer yarısı onu görmek için gelen insanlardı.
Yargılanacağı yere gelen Tahir Bey’in kulağına fısıltılar geliyordu. Yüzlerine baksa kimsenin
çıkaramayacağı fısıltılar... Kafasını kürsüye doğru kaldırdığında tanıdık bir sima gördü Tahir Bey.
Hâkim Agâh’tı bu. Adâletle evli olan adam… Olayın haberini dün gece alan Agâh, hâkimlik rütbesiyle
zar zor gizleyebildiği bir şaşkınlık içerisindeydi. Dostu Tahir, bir diğer dostu olan Ahmet’i vurmuştu.
Kısa bir süre göz göze geldiklerinde birbirlerine selam vermek isteseler de aralarındaki dostluğu
kurşuna dizecek kadar kan vardı Tahir’in elinde. Uzun bir süredir avukatların hararetli tartışmasını
dinleyen Agâh acı bir tebessümle Tahir’e soru sordu: “Neden yaptın?” O sırada Agâh’ın elindeki
kaleme bakan Tahir’in aklına Victor Hugo’nun uzun zaman önce okuduğu kitabından bir söz gelmişti
“Hâkimin kadife pençelerinin altında, celladın tırnakları hissedilir.” Bu kalem de o tırnaklar işte, diye
düşündü. Kırılmak için kıvranan kalem... Hâkimin daha sesli bir şekilde sorusunu yinelemesiyle
kendine gelen Tahir, söze girişti: “Neden mi? Bunu şimdi mi soruyorsunuz gerçekten? Elimi sıkmayı
bırakıp gırtlağımı sıkmaya başlayan elleriniz, konuşmam için şimdi mi rahat bıraktı? Size bir açıklama
borçlu değilim, anladınız mı? Bende bir kez daha sakal tıraşı olma isteği bırakmadığınızdan dolayı
yaptım, yeterli mi? Bu açıklama doyurabilir mi maymun iştahlı merakınızı?” Sinirden damarları
belirginleşmiş olan Tahir, artık Agâh’ın elindeki kalemin kırılmaya gebe olduğunu biliyordu. Sustu ve
içinden: “Ben bir cellat değilim, insanım.” dedi. Büşra Hanım’a gitmenin vakti gelmişti. Tabii ondan
önce tanrıyla birkaç konuşma yapması gerekecekti.
Fatotes
2020-05-04T13:43:14+03:00Kendimi Şahsiyet'i tekrar izliyormuş gibi hissettim :)