Bu öykü @Üçüncü ile beraber yazılmıştır.
Sinirle yürüyen kadının kafasına kuş tükürüyor.
Oh diyor kadın, bu ferahlık da ne?
Akşamdan kalma, saçları dağınık mı dağınık, adi bir serçe peşinde, yuva sanıyor o saçları. Tüm yol boyunca ötüp durdu. Kadın sinirliydi hane. Elinde poşetler; peynir, simit ve domates almış. Karnı açıkmış, kahvaltıya tutuşacak. Ahmet Abi, o yılan bakışlı adam yine tartıyla oynadı diye düşünüyor. Poşet olduğundan daha hafif gelmiş eline. Adi herif! Adi kuş!
Bu dünyada çok fazla adilik var gibi geliyor kadına. Bulutlar bile bir adice davranıyor, kaytaklar hepsi, araba kornaları, kahkaha atan çocuklar, boş sokakta yere bakan utangaç erkekler, hepsi adiydi işte. Nedenini bilmediği bir adilik kol geziyordu dünyada.
En büyük adi kuştu lakin. Kafasına sıçmıştı. Yaşlı göbekli bir adam kahkaha atmıştı. Başınıza talih konacak hanımefendi demişti. Dişleri de neydi öyle, sapsarı, bıyıklarının ucu beyaz, ağzında kırık bir sigara. Yaşlılar bile adiydi bu dünyaya, güven olmazdı işte.
Kadın sinirliydi. Kuş hala tepesinde ötüp duruyor, etrafında dolanıp dallara atlıyor, bazen gözden kayboluyor ama hep izlendiğini biliyor kadın.
Saçında bir ferahlık olmadığını söylemek ise adilik hane. Nedense siniri gittikçe sönmüş, kafasının üstünde inatla takip eden bir kuş değil. Adi güneşte tepesinde. Yakıyor her yerini, kuşun sıçtığı yerde bir serinlik, nedense hoşuna gitmeye başlıyor bu. Kızgın bakışları gevşemiş, kuşa bakıyor. Adi şey diyor ama kelimeler ağzından çıkarken bile isteksiz.
Apartmanına girdiğinde kuştan kurtulduğu için yüreğini yakan bir hüzün kol geziyor. Poşeti dağınık holde bırakıyor. Ocağa koyduğu çayın altını kısıyor. Geri gelip domatesin tekini yıkamadan ağzına yuvarlıyor. Peyniri elleriyle yiyor ama zeytin pek çekmiyor canı. Poşet hala yerde. Çayını kahvaltından sonra, soğuyunca yudumluyor. Her şeyi adice yapmak geliyor içinden. Kuş yok, kafasındaki beyaz serinliği silmek istemiyor, aynanın karşısına gidip bakmakta gelmiyor içinden. Eğer aynanın karşısına geçip bakarsa, yok olacağından, sadece bir hayal olacağından korkuyor. Kuşu özlüyor saçma bir şekilde. Neden adi bir kuşu özleyim ki deyip sigara yakıyor boş odasında. Televizyon açık, o hep açık hane. Sesi biraz kısık, hoparlörden cızırtı getirmeyecek kadar sürünüyor ses, kulak kabartılmadığı sürece duyamayacağı bir ses hane. Hele sokakta kamyon falan geçsin ortalıkta sadece görüntü parazitleri cirit atıyor.
Kadın sigarasını içiyor.
Sonraki gün, akşam film izlerken, çıplak kadın ve çıplak bir erkeğin seviştiği bir sahneye bakarken yakalıyor kuş onu; çama vurulan sesin yankısıyla dikkati dağılıyor, sinirleniyor. Kukusu sıcak, memesi dikleşmiş ve kaşlarının çatılması fena sinirini bozuyor. Kaşlarını çatmayı sevmiyor ama hep kaşları çatılıyor. Bazı insanlar buna lanetli, bazı insanlar bununla yaşamayı öğrenemiyor. Annesi geliyor aklına, kendisinden zayıf ve altın sarısı saçlarıyla güldüğünde, herkesin dibi düşüyor annesine; yürüyen bir fantezi, topuklu ayakkabıların içinde yükselen bir tanrıça, yırtmaçlı bacakların ötesinde bir düş bahçesi, gülümsemesinde ve verdiği nefesten anlaşılıyor asla elde edilmeyecek bir kadın olduğu. Herkes biliyor bunu, hissediyor ve yine de ağızlarında bir tutam salya eksik olmuyor. Annesi umursamıyor bile. Annesi bir tanrıça ve ilgiye ihtiyacı yok. Ama benim var diye düşüyor kadın annesini düşünürken. Benim hep vardı. Ben zayıfım. İşte yine kaşları çatılıyor.
Kadın pencerenin perdelerini sonuna kadar aralamış ve birilerinin görmesini istediği suratındaki şaşkınlıkla hafif gölge düşen suratındaki kuşa baka kalıyor. İşte orada, ışığın kaçtığı camın ardından kendine bakıyor kuş. Biraz fazla kibirli gibi geliyor kadına. Gagası tepeye bakıyor ve aralanıp kapanıyor. Sesini duymuyor kadın.
Ayağa kalkıyor. Kuşun yanına gitmek istiyor. Ayağı halıya dolandığında kendini yerde buluyor. Yine kalkıyor ve kuşa doğru gidiyor. Kafasındaki serinlik, kuş boku hala orada bunu biliyor, serin serin varlığını sürdürmesi ne güzel. Saçlarını yıkamak istememiş, saçlarım böyle güzel diye düşünmüş.
Kuşu unutmak adice diye düşünüyor.
Kuş orada ilgisizce bakıyor kadına. Kadının tüylü elleri pencere kulpuna gidiyor. Aralıyor ve serin havanın suratına bocaladığında geri adım atmıyor. Kuş yine orada. Talih kuşu. Ellerini uzatıp kuşu tutmak istediğinde kuş gagasıyla parmaklarını ısırıyor. Çığlık ve adilik odayı dolduruyor.
Adisiniz demek istiyor ama gitme diye yalvarası da geliyor.
Kuş uçuyor. Kuş karanlığa karışırken kadın yere kapaklanıyor. Televizyondan çıkan ses kulağını rahatsız ediyor. Çiftler çiftleşiyor ama kulağına açı çeken insanların inlemeleriyle doluyor sanki. Sonra elleri saçlarına gidiyor. Saçlarında bir serinlik var ancak bir ağırlık da orada. Elleri tuhaf bir şeye dokunuyor.
Ellerinde tutuğu şeye bakıyor. Bir çiçek bu; kırmızı renkleriyle olabildiğince kırmızı bir çiçek bu, dikenleri orada, susuz ve ölmek üzere olan eğik bir çiçek bu.
Kadın yerde kaşları çatıkken, hüzünlü ve terk edilmişken gözleri şaşkın ifadeye bürünüyor kara kirpikleri. Anlayamıyor.
Ama kuş diyor kendine. Kuş...
Kuş yok ki. Kuş hava da kendince uçarken gözlerini kıstığını ve kaşlarını çattığını hatırlıyor birden. Yaşlı bir adam karşısında. Dişleri sarı. Elinde dolu çiçek demetleri. Birini kopartıp saçlarına iliştiriyor kadının. Ne konuşmasını ne de itiraz etmesine fırsat vermeden parmakları ustaca işini yapıyor. Saçında bir gül, güneşin altında parlıyor. Kadın ağzını açamadan adam kadından uzaklaşıyor ve sözlerini fısıldayıp gidiyor. Kadın çiçeği atmak, üstünde tepinmek istiyor ama yapamıyor. Yapmak da istemiyor işte.
Sonra kuş uçuyor. Tepesinde.
Kuş hep uçuyor tepesinde.