İstanbul kış aylarının o bilindik soğuk ve sert günlerini tekrardan hatırlatmaya başlamıştı. Aralık ayının son günleri yaşanıyordu ve ocak kapıdan bakarken şüphesiz şubat’ı aratmayacaktı. Hava hafif puslu fakat yoğun yağışlıydı. Tahsin, yağmurun giysisinde bırakacağı izlerin derecesini en aza indirmek için canhıraş bir mücadele veriyordu. Boşa harcanan bir çaba neticesinde istasyondan içeri girdi. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla ıslanan herkes gibi o da nasibini almıştı göğün hiddetinden. Ayak parmaklarında hissettiği soğukluktan, ayakkabısının su aldığı aşikardı fakat bu durumdan şikayetçi olmadı. Kasvetli havaların Tahsin’de yarattığı iç huzurun tarif edilemez bir boyutu vardı. Ve böyle havalarda kendini hiç olmadığı kadar iyi hissediyor, eğer ki şanslıysa bir de yağmur eşlik ediyordu sevincine ve katlanıyor, katlanıyordu içinde hissettiği huzur. İnsan bedenini tepeden tırnağa titreten bir soğuk rüzgar esiyordu. Trenin geleceği saati öğrenmek için Kabanının içine gömdüğü başını şöyle bir kaldırıp gözlerini elektronik tabelaya dikti. Henüz yedi dakikası vardı. Uzun bir bekleyiş olacaktı. Ellerini cebine alıp, o an orada bu soğuğa maruz kalan herkes gibi esen sert rüzgardan korunmak adına sırtını verebileceği, onu rüzgarın esintisinden koruyacak bir köşe arandı. Fakat beyhude bir çabaydı bu, çünkü ‘’burada bulanan herkes muhtemelen aynı şeyi düşündü ve kapılması mümkün köşeler çoktan kapıldı’’diye düşündü. Dakikalar ilerliyor, ıslanan bedeni rüzgarın esintisi ile birlikte her yerini buza çalıyor, üşütüyordu. Bekleyiş nihayet son buluyor, trenin raylardan süzülerek gelişini haber veren o keskin sesi duyuluyordu. Derken peronda hareketlilik başladı. Oturur vaziyette bekleyenler ayaklandı ve trenin kapısının açıldığı o farklı noktalara doğru hareket aldılar. Kapılar açıldı ve inenlerin trende yarattığı boşluğu binenler doldurmaya başladı. Bu durum Tahsin’in dikkatini çekmiş olacak ki hemen o an hayatı bir trene benzetti.’’ Hepimiz aynı amaç için bindiğimiz bu trenden farklı noktalarda iniyoruz. Kimi için son olan bir durak bir başkası için başlangıç oluyor. Ve hayat trenine veda edip inen her birimizin yerine bir başka yolcu biniyor. Ölen öldüğüyle kalıyor, yerine yeni bir can doğuyor…’’ diye iç geçirdi derinden. Tahsin’in yolu uzun, bedeni yorgundu. Kalabalık içerisinden oturabileceği bir boş koltuk bulabildiği için kendini şanslı hissetti. Oturuyor olmanın verdiği rahatlık ile çantasından çıkardığı kitabını okumaya koyuldu. Tren Yenimahalle durağına geldiğinde muhtemelen uzun bir süre hafızasından silemeyeceği bir manzara ile karşılaştı. Trene ağır adımlarla ilerleyen biri kadın diğeri erkek iki yolcu bindi. Bu iki insanı fark eden diğer yolcular bakışlarını hızlıca onların üzerinden çekip farklı noktalara dikiyorlardı. Tahsin ise büyülenmiş gibi onları izlemeye devam ediyor bakışlarını bir kez olsun üzerlerinden ayırmıyordu. Bu iki insanın evli oldukları kuvvetle muhtemeldi. Vefanın çok az rastlanır bir şeye dönüştüğü şu zamanda, onun ete kemiğe bürünüp vücut bulmuş haline tanıklık ediyordu Tahsin’in gözleri. Adamın görüntüsünden kırklı yaşların başını yaşıyor olduğu belliydi. Kadın ise otuzunda ya var ya da yoktu. Kadının gözleri görmüyor, adamın kolları yoktu. Yürürken adamın giydiği ceketin boşta sallanan kolunu tutması çaresizliğin görüntüsünü oluşturuyordu. Aksini iddia edecek olan çıkar mı bilinmez ama o an Tahsine göre :’’Bu adamın hayatı boyunca karısına şefkatle sarılamayacağından daha kötü bir şey varsa da, o da kadının bu adama hiçbir zaman sevgi dolu gözlerle bakamayıp onu göremeyeceği gerçeğidir.’’ görebiliyorken bakmalı insan, sarabiliyorken kucaklamalı. Ve henüz körelmemişken kalpler, sevmeli insan sevebilmeli. Bu iki güzel insan iki ayrı bedende yek vücut olma başarısını gösterip, sevginin ve sadakatin her koşulda mümkün olabileceğini gözler önüne sermişlerdi…Tahsin, Trenden inip çıkışa vardığında göğün açılıp yağmurun dindiğini gördü. Sigarasını yaktıktan sonra dar sokaklardan birine yöneldi ve gözden kayboldu..