Herkesin bildiği/duyduğu ama bahane ürettiği haksızlıklar bizi cehenneme götürüyor.
Tanıklık insanı yıpratıp tüketir mi, yoksa yaşatır mı?
Ve gerçekten tüm insanlığın acısına tanıklık mümkün müdür? -Kendi yaşadığımızın şahitliğini yapmak bile yeterince zor iken.-
Bu sorunun cevabını verebilen var mı bilmiyorum ama hepimiz tanıklıkla yetinmeyip eğer inanıyorsak Tanrı'nın, eğer inanmıyorsak ''insanlığın'' casusu olmak zorundayız
…
Casusluğa ve tanıklığa evet ama Tanrı’nın casusunun farkı ne?
Tanrı’nın yahut insanlığın casusluğuna soyunduğumuz takdirde bu kez de bir ajanın görevlerini sorgulamak da görev tanımımız için gerekli hale gelir.
Zulmün kanıtlarını alıp insanlığa iletmek üzere saklamak, biriktirmek, arşivlemek ve hayatımızı bu bilgileri hedefe ulaştırırken feda edebilmek, bunu hayat gayesi edinmek… Sayabileceklerimiz bu ‘bilgi/haber’in çevresinde döner. Peki bilgiye ulaşma ve/veya saklama merkezinde sayabileceğimiz casusluk görevleri tanık olan kişinin -Tanrı’nın casusu olan kişinin- görevlerinin tamamını kapsar mı?
Yani zalimliği araştırdıktan sonra tez elden veya doğru anı bekleyerek bilgileri gerekli olan yere bir başkana/yöneticiye/savaşçıya ilettikten sonra görevi tamamlandı ajanın.
Fakat Tanrı’nın casusunun görevi ve sorumluluğu halka ve tanrıya karşıdır. Kısacası bir yöneten/savaşan takımıyla bilgi paylaşımıyla görevi tamamlanamaz.
Peki ya bilgiyi halka aktardı ve Tanrı huzurunda şahitlik etmek üzere sabretti.
Haberi duyurunca görev biter mi?
Lakin Tanrı’nın casusu, aynı anda bildiğimiz/şahit olduğumuz zulmün neden ‘’zulüm’’ olduğunu, neden zalimlik dendiğini halka anlatmak zorundadır.
Tanrı’nın casusu aynı anda bir etik eğiticisi de olmak zorunda.
….
Biz ruhlara saplanan acıları kendi bedenimizde hissedebilmeyi denemek zorundayız. Ve başardıkça tanıklığımızı haykırışa çevirmek zorunluluğunu da sorumluluklarımıza dahil etmeliyiz. Ricardo'nun dediği gibi,
''Tanrı'nın casusu olarak bahsedebilirsiniz."
Tanıklık -2
Primo Levi haklıdır elbet. Boğulanların söyleyecekleri bir şeyleri yoktur. Ama onların mezarları, geride kalan kırık gözlükleri, üstlerinden alınan elbiseler elbet bu imkansız tanıklığı üstlenenlere bir şeyler söyletecektir.
…
‘’Acıyı onurla sırtlanıp taşımak.’’
Çoğumuzun Hrant’ın sözlerinden tanıdığı bu deyim konu tanıklık olunca neyi ifade eder/doğru bulunamayacak yanları nedir?
Tanık olduğumuz işkenceyi ‘’yaygara yapmadan/patırtıya vermeden’’ sırtlanırsak etik açıdan hangi sorunlarla karşılaşırız?
Tanık olduğumuz şiddeti mağdurunun da biz olduğumuzu düşünerek hesaplayalım.
Başkalarının da karşılaşacağı işkencecinin hür yaşamasına sebep olarak yanlış mı yaparız, yoksa kendi hayatımızı bir kenara bırakıp tamamen insani onur adına intikamı karıştırmadan verilecek gerçek bir etik savaşına girecek gücü mü buluruz?
Bu ikililik ne yazık ki mağdurla tanık aynı kişi olduğunda sürecek gibi görünüyor. Lakin ikinci olasılığı değerlendirdiğimizde mağdur tanığın savaşı, bize Hrant’ın kullanıma soktuğu deyimin pratikte doğru ve kahramanca davranışla sonuç vereceğine dair bir veri ulaştırır. İlk olasılıkta bu deyimin uygulanımı suç doğuracak olsa da bu kez yine mağdurun kararına ve dirayetine saygıdan ötürü yorum yapmak zor olacaktır.
….
Sadece tanıkken.
Peki ya sadece mağdurun anlatısına tanık isek, adli tıp raporunu görmüşsek yahut dinlemişsek yahut muayene etmişsek; bu kez ‘’patırtıya vermemek’’ bizi suçlu mu yoksa kahraman mı kılar?
Tanığın sorumluluğu bu noktada duyurmaktan öteye gider. Mağdurun korunmaya olan ihtiyacını beyanı durumunda bu sefer ‘’Tanrının casusu’’na kol kanat germe görevi yüklenir. Ve eğer mağduru ‘’gerçeği haykırma görevi’’mizi yerini getirdiğimiz takdirde koruyamayacaksak ve mağdur ‘’haykırış’’tan korkuyorsa bu kez ‘’casus ve haberci’’ kahramanımız bir koruyucu melek ve gölge olmak zorunda kalacaktır.
Bu işkencecinin yeni suçlar işlemesine sebep olacaksa bile ne yazık ki mağdurun bireysel tercihini kabullenme durumunda kalacağız. Bu açmaz, bu ikililik Casusun çilesidir.
Tanrı’nın casusu, gerçek çileyi üzerine yüklenen sorumluluğu başka bir sorumluluk yüzünden yerin getiremediğinde başlar. Ve süresi belirsiz bir vicdan yüküyle karşı karşıya kalır. İşte belki de Casusumuzu kahraman yapan başkalarının onuru için kendine vicdan azabıyla yüklü bir cehennem kurmak zorunda kalmasıdır.
Tanıklık -3
Tanıklığımızı tüm dünyaya duyurduğumuzda mı biter görev, yoksa her dakikamızı buna adadığımızda mı? Görevimizi ne derece yerine getirdiğimizi bu tanıklığı ne kadar duyurduğumuza mı, yoksa yeni kötülükleri ne kadar engellediğimize göre mi ölçmeliyiz?
Örneğin bir mahallenin trajedisini duyurup ve savaşıp bunu tamamen bitirmek yerine bir şehrin sadece yaşamasını sağlayıp insanca hayata ulaştırmayınca mı görevin ‘dahasını’ yapmış oluruz?
‘’Tanrı’nın casusu’’nun çilesi bu noktada yine arşa değmiş olur. Bir insanın hayatını mükemmel kılmakla binlercesini ölümden döndürmek arasında kaldığında duyduğu ıstırap onu dilsiz bırakacak noktaya ulaşır. Seçim yapmak zorunda kalınca yerinde kitlenir bu hem etik eğiticisi, hem savaşçı, hem haberci olan insan. İnsanların hayatlarının ve hayat kalitelerinin değerinin tartılması hali onu utançtan sessizleştirir. Hatasızlığa tapmış hale gelmişse bu kutsal görevde, tartı işlemi onu ölüme kadar oyalayıp bir daha göreve atılamayacak duruma getirebilir.
Tanıklık -4
Tanığın sorumluluğuyla kahramanımızın sorumluluğu arasındaki farklar nelerdir?
Sıradan bir tanık hak ihlallerini avazı çıktığı kadar bağırarak halka bildirince mi, ’yazılı’ kanunlara göre olan bir yargılamada bildiklerini anlattığında mı, yoksa ‘’Tanrı’nın Casusu’’na yüklediğimiz yeni hak ihlallerini engelleme görevini de bunlara ekleyince mi sorumluluğunu yerine getirip masum olur?
Sıradan tanık, adı üstünde sıradandır. Ve hemen hemen her insan zulme tanık olmuştur. Oysa kahramanımıza önceki yazılarda yüklediğimiz görevler, kahramanın hayatının o müthiş ve trajik dönüm noktasında peşinen kabul ettiği ödevlerdir. İnsanüstü çabalar gerektirir. İnsanüstü olan şey çabanın ve adalete olan tutkunun düzeyi olmalıyken, insani nitelikleri ve insani düzeyde hataları da bunlarla beraber taşımayı bilme zorunluluğunu da eklemek gerekir. Bu denge kahramanın niteliğini sarsmaz ve onun yaşayacağı felaketi en azından daha geç bir vakte erteleyecektir.
Sıradan tanığın sorumluluğu, kahramanın ‘’etik eğiticisi’’ konumundayken yaptıklarının başarısına bağlı olarak ağırlaşmaktadır. Kısaca zulüm tanımını bilmeyen ve manipülasyona açık kalmış sıradan tanıklar, kahramanın zulmün ne olduğunu ve neden karşı çıkılması gerektiğini öğretmesiyle sorumlu hale gelir. Tamamen cahilleşmiş ve vicdanı gelişmemiş bir kişinin sorumluluğunun elbette iyi eğitilmiş bir tanıktan daha az olduğunu takdir edersiniz. Kahraman olan ‘’casus/tanık’’, bu noktada ‘‘insanlık onuru’’nun savunucusu olabilecek yeni potansiyelleri de açığa çıkartacaktır. ‘’Etik eğiticisi’’ olmak zorunda olan ‘’Tanrı’nın Casusu’’ görevini ne kadar iyi yaparsa o kadar yol arkadaşına sahip olacaktır.
…
Tanıklığa devam ederken: Kahraman tükenecek mi?
Tanıklık -5
Peki kahramanın kahramanlığına kim tanıklık edecek?
Arendt’in ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’nda bahsettiği şu meseleyi hatırlayanlarımız vardır:
‘Naziler kahramanı yok ederken kahramanlığının da yok olacağını, dünyadan tüm izlerinin silineceğini etik davranmaya çalışanlara dikte etmiştir’ amma ve lakin ‘muhakkak hatırlayacak birisi kalacaktır dünyada’. Bu fikirden ve gerçekten bahseder Arendt.
Belki dijital çağda bir hak ihlalini duyurmaya uğraştığımızı hiç tanımadığımız bir insan duyacak, belki mağdur-tanık sıfatıyla çektiğimiz acıyı psikosomatik belirtilerle yere yığılışımızı onlarca insan görecek, belki de en acısı intihar mektubumuzda kimlerin ölümümüzden sorumlu olduğunu ve yapmaya çalıştıklarımızı okuyarak öğrenecekler olacak.
Eninde sonunda tanık kalacaktır dünyada. Önemli olan dinlerin cenneti dahi vadettiği şahitliği/şehadeti yerine getirmek. Bu şahitliği gür bir avazla söylemesek de fısıltıyla dahi olsa aktarmaktır asıl mesele. Milyonlarca müslümanın Kabe’de haykırışı bile temsili kalsa da etkileyicidir: ‘’Şahit ol ya Rab’’.
Tanıklık -6
Kahraman nasıl kahraman oldu?
Hayatının odak noktasına -bir put dahi olsa bu- koyduğu, işte bu taptığının, ‘’Tanrısı’’nın Casusluğuna soyunan kahraman peki nasıl olur da bu noktaya gelir?
Tanığı casusa, odak noktasını Tanrı’ya çeviren birincil sebep muhtemeldir ki, kötülük karşısında duyulan dehşet hissi ve utançtır. İnsanlıktan, kendi dünya görüşünden ve belki de kendi huzurundan ve konforundan duyulan utanç. Empatiyi tam anlamıyla kuramadıkça ‘’Kim bilir kötülüğe maruz kalan neler hissediyor?‘’ sorusuyla devam edip mağdurun hissettiklerini anlamaktan korkmakla devam eden süreç büyük bir dehşet yaratır.
Dehşet ya tamamen kör kalmayı seçtirebilir ki, hakeza herkes görmeye katlanamaz, kötülüğün çarkına girmeye bile itebilir kahraman adayını. Ya da yok oluşa uzanacak olan trajediyi savaşmayı seçmek yolu ile başlatır. Ziyadesiyle ilkel olan kaç-savaş seçenekleri savaşmayı seçtikten sonraki yolda insanlık tarihinin tüm ilkelerinden meydana gelebilecek sayısız etik ikilemi görecektir.
Tanıklık -7
Kahramanın fiilleri kendisi hariç herkes için yapıcıdır lakin kahramana ne olacaktır?
Kahraman yıkımı kabullenen kişidir dersek, Yıkımı insanlık suçlarına karşı tavır koyan herkes kabullenirse, geriye kahramanların cesetleri kalırsa neler olur?
Bu sorunun cevabı ilk bakışta ‘gerçek kahramanların tükenişi’dir.
‘‘Mezarlar insanı heyecanlandırıyor, insandan bir şeyler istiyor, utandırıyorlar.’’ (Dipten Gelen Dalga, İlya EHRENBURG)
Lakin kahramanların sesi yok olurken -çarmıha gerilercesine- en gür biçimde yankılanır ki, bu da belki de dünyadaki tüm vicdanlıları daha çok konuşarak/direnerek/çabalayarak yaşamaya yahut bu sürecin sonunda tükenmeyi göze almaya itebilir. Ve günümüz dünyası için düşük veya bir mucize doğduğu takdirde ise çok kuvvetli bir ihtimalle nihai hedef huzur olmasına rağmen; bir insanlık ordusu misali güçlenip toplanan, fakat aynı anda -belki de fazlasıyla tezat biçimde- yeni doğmuş bir bebeğin temizliğini öğütlerken aynı anda insanlara kendilerini sorgulatan bir ETİK DEHŞETİ salacaktır dünyaya.
Fakat ya günümüz dünyasındaki düşük ihtimaller ve mucizeler gerçekleşmez ise sonuç nasıl olabilir?
İnsanların büyük bölümünün, tabii ki Hölderlin’in, Kierkegaard’ın, ‘Gerstein’ın, tarihte ve yazarlıkta iz bırakanların, sahip olduğu hakikat ateşini hissedenlerin haricinde kalan kısmının, bu tükeniş karşısında hayata tutunma güdüsüyle içlerine kapanacaklarını, karanlığı saçan güçlere boyun eğeceklerini, artık daha sessiz kalmaya karar kılacaklarını tahmin etmek zor olmasa gerek. Tükenişi peşinen veya aşama aşama kabullenmenin kati biçimde şart koşulması, birkaç kahramanın hayatını ‘yakarak’ açacağı adalet kavgasının, binlerce insanın açık yardımından mahrum kalmasıyla devamında ‘güdük’leşmesiyle sonuçlanacaktır.
Tanıklık-8
Tanrı’nın casusları, etiğin kahramanları ve olmazsa olmaz ‘hainlik isnadı’...
‘‘Bazı ihanetler, doğruların son silahlarıdır.’’
‘‘Kahraman nasıl kahraman oldu?’’ sorusuna bir dönüş ihtiyacı duymaktayım. Kahramanın dönüm noktasını hangi yaşta yaşadığına da bağlı olarak, birçok kahraman toplumsal suç ortaklığını kabul etmeyerek ‘Ülkeye/Davaya/Dine’’ ihanet olarak yorumlanacak şekilde sırt dönüşle başlar yoluna. Bu sırt dönüş sürecinde sözde kutsallar, sözde mücadelelerin putlarını sorgular.
Ricardo’nun Vatikan’da göğsüne davud yıldızını takması misali; tanığın zulüm aygıtlarına sessiz kalırken yaşadığı konforu ve belki de refah sağlayacak suç ortaklığını reddederek, insanlık suçlarının mağdurlarının tarafına geçişle yola çıkma zorunluluğu İhanet İsnadının kapılarını açar.
İşte bu insanlığa ihaneti reddeden kahramanların ilk işi -toplum gözünde- çeşitli ‘kutsal(!)’lara bir ihanet olur. (Bu ihanet anlayışı toplumun geneline işlenmiş kodlardır, bu yüzden kahramanımızın idealizme yürüyüşünde aslında gerçek sadakat vardır. Çünkü kahraman için ihanet ancak insanlık değerlerini terk ederek gerçekleştirilir, sadakat ise Tanrı’ya ve insanlığadır)
Ve yine ‘‘Bazı ihanetler, doğruların son silahlarıdır.’’
‘Kahramanların görevleri’nde Tanrı’nın Casusuna atfettiğimiz etik eğiticisi görevi, ‘kutsal dava’ tabusunda tekrar kendini hatırlatır. Tanrı’nın Casusu bu görevle kendi yaşadığı sorgulamanın, gerçekleştirdiği ‘ihanetin(!)’ neden tüm tanıklarca tekrarlanması gerektiğini anlatmak zorundadır.
Lakin yola çıkış, kahramanın hain sıfatının yakasına yapışmasıyla sürer ve bu sıfat kahramanla toplum arasındaki -suçu fiile döken sosyal aygıtların çoktan inşa ettiği- kalın duvarların aşılma çabasını oldukça beyhude kılar. Hain olarak tanımlanmış kahramanın uzattığı eller insanlarca nefret dolu hislerle geri çevrilir.
Çünkü ideolojiler insanlık suçlarını ‘kavganın bir gereği’ olarak, sözde kavgaya inananların bu suçları yapmaya, desteklemeye mecbur olduğu düşüncesini dikte eder. Ya da bu suçların hoş olmasalar da zorunlu olarak uygulanan ve bunların kötülerle savaşma yöntemi oldukları gibi yalanlarla sıradanlaştırır. Bu da toplumda binlerce olası kahraman tanığı, suç ortağına dönüştürür. Ahlak, cesaret ve kavga kavramlarını yozlaştıran zalimlik, aldattığı toplumdan suç ortakları yarattıkça kahramanların yolu tıkanır, sayısı artmak yerine azalır.
Ve kilit nokta odur ki;
insanlık suçlarının mağdurları, hedef tahtasına hainlik yaftası vurulduktan sonra oturtulur. Tüm eğitmen görevini yerine getirse bile kahraman bu yaftayı binlerce yıldır kullanan sosyal aygıtların etkilerini ne kadar durdurabilir? İhanet etmek zorunda olan kahramanların açıkça yok edilmesi ve toplumca sessizlikle bu yok oluşun izlenmesini de bu açıklamayla daha kolay anlarız. Safsatalarla suç ortağı edilmiş insanların vicdanlarının ağında erimeye razı gelme ihtimalinin sıfır çizgisinde dolaşması da yine olağandır. Hem imkanlı hem imkansıza yakın olandır toplumu eğiten bir Tanrı Casusu olmak.
Umudumuz nerede?
Muhtemeldir ki ümidimiz henüz suç ortağı olmamış çocuklarda, gençlerde yeşerecektir.
Ricardo’nun söyledikleriyle bitirmeyi uygun buluyorum:
İzleyici olarak kendimi suçlu hissediyorum, ‘İnanan’ olarak daha suçlu.
Yeter ki ‘Tanrı’ adına şahitlik yapayım, o zaman geleceğim gerçekten güvende olur.
İzah dergisi 1-2-3. sayılarda yayınlanmıştır