Orephones Köyü'nde sakin ve sıradan bir yaz günüydü. Yakıcı güneş her şeyi esiri altına almış, aynı zamanda Orephones halkının göllerini kurutmaya başlamıştı. Buna rağmen bu kadim köyde her şey tam tıkırında gibi gözüküyor, insanlar her zaman olduğu gibi bu cuma da köy pazarındaki papağan atışmalarını izliyordu. Kimileriyse pazarda dilenen kör falcılara bir tavşan hediye ederek kaderleri hakkında sabırsızlık yapıyordu. Falcılar tavşanların kanını adeta bir vampir gibi emiyor, gözlerinden çıkan kırmızı ışığı suya yansıtarak sabırsız fanilere geleceklerini gösteriyordu. Tüm bunlar olurken yine de köydeki tüm ahalinin gözü ortak bir noktaya sürekli takılıp duruyordu. Bu nokta ise başındaki balıktan tacı ile neredeyse göklere ulaşan Tanrı Sieng heykeliydi. İnanılmaz işlemelere sahip olan altından bu heykel güneşin tüm yakıcı ışıklarını adeta vücuduna hapsediyor, etrafa inanılmaz bir parıltı saçıyordu. Etrafında uçuşan turuncu-beyaz devasa uçanbalıklarla Tanrı Sieng heykeli bir heykelden çok daha fazlasıydı.


Bu güzel heykelin ihtişamı pazar yerinden gelen korkunç bir çığlıkla yarıda kesilmişti. Ellerinden kanlar akan, gözlerinin altı mosmor olan beyaz saçlı ve kısa boylu yaşlı bir kadın geleceğin bilgisi için gözlerini oymuştu. Bu korkunç manzarada insanların birçoğu etrafa kaçışıyor, bazıları ise kadının söylediklerini hayretler içerisinde dinliyordu. Kadın tiz ve acılar içindeki sesiyle şunları söylüyordu: “Kırık bir iyilik var insanlığın adına; kimi yok oluş der, kimisiyse varoluş. Tanrının kehaneti kulaklarınıza kadar ulaştı. Verilen geri alınacak, bir daha verilmemek üzere.”

Bu garip cümleler, kahin kadın tarafından birkaç kez daha tekrar edildi. Ardındansa kadın bayılıp olduğu yerde can verdi.


Tüm bunlar olurken köyün genç ve haylaz ozanı Anogio, diğerlerinin aksine bu durumu hayranlıkla izliyor, bir elinde kalemi bir elinde kağıdıyla olan biteni not alıyordu. Her şey onun için ilham vericiydi. Anlaşılan o ki Anogio’nun bu gece düşüneceği çok şey vardı. Pazar yerinde bir süre daha vakit geçiren Anogio ister istemez bazı şeylere kulak misafiri olmuştu. Tahminlere göre ölen bu yaşlı kadın Orephones Köyü'nün en tepesinde, tahta merdivenleri gökten yere kadar uzanan namıdiğer uçan evde oturan Milenna’dan başkası değildi. Milenna tek başına yaşayan, kimsesiz bir kadındı. Hiç çocuğu olmamış, balıkçı eşini ise bir fırtınada kaybetmişti. O günden bugüne yaşlı Milenna, hep yardıma muhtaç birisi olarak anılmaktaydı.


Yavaştan hava kararmaya başlamış, Anogio ise evinin yolunu çoktan tutmuştu. Anogio açık kahve, sentor bacağı şeklindeki müstakil evine vardığındaysa kedisi Ceris, sarı ejderha dişinden yapılma bir sandalyenin üzerinde pineklemekteydi. Yorgun Anogio sarı böğürtlenden yaptığı soğuk içecekle evinin en büyük penceresinden tüm Orephones’i izliyordu. Orephones geceleri bir başka güzeldi. Yuvarlakça inşa edilmiş bu köy 8 mahalleden oluşmaktaydı. Bu mahallelerin tümü en sonunda şehrin ortasındaki Tanrı Sieng heykeline bağlanıyordu. Orephones’ten daha güzeli var ise o da kesinlikle Orephonos’un gökyüzüydü. Yaz kış fark etmeksizin yıldızlarla süslenen bu gökyüzü herkes için ilham verici olmalıydı. Ancak hiçbir ilham Anogio’nun aklındaki sorulara yanıt vermiyordu. Anogio’nun gözü engin Martelnna Denizi’ne dalmıştı. Bu deniz zaman zaman taşar, zaman zamansa balıkçıların canlarını alırdı. Böylesi korkunç ve gergin bir hikayesi olsa da Martelnna hâlâ Orephones’teki en güzel yerlerdendi. Martelnna, Anogio için bir denizin de ötesindeydi. Sık sık bu denizin kıyısına gider, mor menekşe balıklarını izleyip hayaller kurardı. Zaman oldukça ilerlemiş, pencereden içeriye doğru gelen bayat ve iyotlu koku Anogio’nun ince ve kavisli burnundan girip tüm ruhunu en asil şekilde uyuşturmuştu. Yorgun Anogio ve kedisi Ceris tatlı uykularına sonunda dalabilmişti. Uykuları sanki hiç bölünmeyecek gibi derin ve hırıltılıydı. Anogio arada yüzünü kaşıyor aradaysa horlayıp duruyordu. Evin çimenden olan çatısına ise gece boyunca sayılamayacak kadar karga üşüşmüştü.


Gün hafiften ağarmaya başlamış, tan yerinin kutsal ışıkları tüm heybetiyle Anogio’nun penceresinden evin içerisine doğru süzülmüştü. Tüm bunlar olurken Anogio ve Miskin Ceris derin uykularından büyük bir sesle uyandı. Dışarıda elinde büyükçe bir zil tutan garip kılıklı kişi, Anogio’nun kapısının önünde durmuş, bu zili sallamaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Yataktan hızlıca kalkan Anogio evin daracık taş merdivenlerinden inip karşısında olan kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açtığında ise biraz aşağıdaki komşusu Arel’in yeşil evi dışında hiçbir şey yoktu. Ardından Anogio kapıyı büyük bir öfkeyle kapattı. Anogio uykularının bölünmesini istemeyen bir büyük uykucuydu. Anogio mutfağa doğru yavaş yavaş ilerliyor, yeşil gözlerini açmakta zorluk çekiyordu. Büyük bir bardak su içtikten sonra kapıda yine aynı ses vardı. Kapıya doğru koşarcasına hareket eden Anogio’nun gördüğü manzara yine aynıydı. Yavaştan sinirlenmeye başlayan Anogio, aynadan sarı saçlarına doğru baktı, bugün saçları kıvırcıktı. Anogio’nun saçları her gün bambaşka hallere bürünürdü. Onun ise en çok sevdiği saçlarının kıvırcık halleriydi. Ardından gözleri tam kepçe kulaklarındayken yine aynı ses duyuldu. İnanılmaz bir sertlikle kapıyı açan Anogio tabii ki de karşısında elinde kocaman ziliyle en yakın arkadaşı şakacı Ucco’yu görecekti. Ucco, Anogio’dan epey farklı gözüküyordu. Uzunca boyu, kısa siyah saçları ve sabahları sarı, akşamları kırmızı kısık gözleriyle Anogio’nun aksine köyün tanınan isimlerindendi. Ancak onu görünüşünden daha farklı kılan bir şey varsa o da yerlere kadar uzanan siyah dumandan elbisesiydi. Bu elbise etrafına dumanlar saçıyor, Ucco’ya da epey yakışıyordu. Bu Anogio’nun yeşil ve kahverengi tonlarındaki kıyafetine göre oldukça farklıydı. Belki de bunun sebebi Ucco’nun ailesinin köyün en zenginlerinden olmasıydı. Ucco’nun ailesinden Baba Ovico ve Anne Trerea sedir yaprakları ve drosdel tırnağı toplar, bunu bir ilaç haline getirirlerdi. Anogio’nun ise bir ailesi bile yoktu. Bir işçi olan Baba Veis, Anogio doğmadan Tanrı Sieng heykeli yapıldığı sırada heykelin içine düşerek ölmüştü. Sıcak altın Veis’in bedenini belki dakikalar belki de saniyeler içerisinde Tanrı Sieng heykelinin içerisine gömmüştü. Zavallı Anne Sirel ise Anogio’nun doğumundan yaklaşık 6 ay sonra bir cilt hastalığından dolayı ölmüştü. Ardındansa Anogio’nun hayatı yetimhaneler ve büyükannesi Astelio evi arasında geçmişti. Bu ev de ona büyükannesi Astelio’dan kalmıştı. Anogio’nun yanında sadece mor renkli, siyah opal gözlü kedisi Ceris ve Bay Börtücük vardı. Bay Börtücük bu evin uzun süreli hizmetlilerindendi. Varlığı da yokluğu da kafa karıştırıcı cinstendi. Uyuyacağı zaman genelde bir eşya kılığına girerek uyurdu. En çok olmayı sevdiği şey ise bir mum ışığı ya da yastıktı. Bir nesne olmadığı zamansa biraz korkutucu gözüküyordu. Yılandan bir yeşil derisi olan Börtücük yine bir yılan gibi yerde sürünüyor, dört farklı renk gözleriyle her şeyi görebiliyordu. Heybetli duruşu ve kocaman iki elindense her iş geliyor, gereken ne ise onu hallediyordu.


Anogio, Ucco’nun yüzüne dalgın dalgın baktığı sırada Ucco büyük bir hapşırıkla Anogio’yu kendine getirdi. Ve Anogio okuldan tanıştığı arkadaşı Ucco’ya bitap kelimelerle şunları söyledi: “Hoş geldin ama şakan hiç komik değildi.” Ucco ise bunu hâlâ komik buluyormuşçasına zilini sallayarak “Hadi ya? Ben komik olduğunu düşünmüştüm. Her neyse, kahvaltıya geldim,’’ dedi.