“Hissetmemek, dünyanın sana dokunmasına izin vermemek çok daha tehlikesiz. Ama gerçek benliğim buna başkaldırdı.”

Günlükler, Sylvia Plath


Ellerim, dizisi bölünmüş bir annenin sesi kadar soğuk ve hırçın. Ben, annesinin bakışıyla küçüldükçe küçülmüş çocuk. Yirmilerinin sonunda. Kafası tarumar.


Boğazım ve göğsüm, ölü kuşlarla dolu. Susmuşluklarım ve susturulmuşluklarım. “Ama öyle değil!” diyemediklerim. Öyle olsaydı bilirdim. Bilirdim ya, hüküm verdikleri bendim.


Karşımda tüm hararetiyle konuşuyor. Ellerini kollarını savura savura. Ağzından çıkan tükürükleri sayıyorum. Bir, iki, üç, dört… Çok. Bir küçülüyorum, bir büyüyorum. Yüzüme sıçrayan ıslaklıkları, bir öpücükten doğmuş gibi hayal ediyorum. Gülümsüyorum. Sekizime varıyorum. Gözlerimi bürüyor gerçeklik; bedelini ödediğim ve bilmediğim yılların izlerini yüzümden siliyorum. Şimdiye konuyorum. Şimdiye kadara. Oldum olasıya. Bildim bileliye. Ben yapmadım.


Yerinden kalkıyor. Elinde toz bezi. Ne bulursa siliyor. Ne pislik varsa beze bulanıyor. Ben susuyorum. O konuşuyor. Bibloyu kaldırıp altının tozunu alıyor. Sertçe yerine koyuyor. İrkiliyorum. O bibloyu almış da sırtımı kanatmış belki. Yere düşüyor anahtarlık. Bacaklarım kasılıyor. Anahtarlık sesinin, yıllarca içimin yarası kalacağını bilmiyorum. Hışımla çeviriyor bakışını bana. Koşmuyorum. Anahtarlığı almıyorum. Bana bakmasına izin veriyorum. Çok korkuyorum. Canavarın canavarlığını reddettiğimde, ele avuca sığar hâle gelişini görüyor, iğreniyorum.


Bakıyor. Baktıkça gözündeki damarlar patlıyor. Tüm bu vahşete tanık oluyorum. Sadece susarak sebep olduğuma inandırılacağım bu teşebbüsleri unutmak isteyeceğimi bilmiyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Kapının üzerime kilitlendiği, lambaların söndürüldüğü banyoyu hatırlıyorum. Dışarıda devam eden dünyayı. Kıyısından itildiğim, layık görülmediğim dünyayı. Aç, diyorum. Ne olur, aç.


Benim olmadığım bir gerçekliğin içinde yaşadığı haksızlıklara olan öfkesiyle, bezi yüzüme fırlatıyor. Ben tozum. Her yerim toz. Tozdan doğmuşum. Evin tüm tozları bana bulanmış. Bihaber çocukluğu, birilerince çalınmış. Ben çalmadım.


Perdeler kapalı. Güneş yine de evi ışıtmak için uğraşıyor. Odalar sarı. Benim odam karanlık. Perdelere bakıyorum. Perdeler. Hayatıma- hayatımıza Açıldığında güllük gülistanlık. Açıldığında tükürükler yüzüme öpücük. Ama kapalılar. Perdeler inmiş ya mutluluğuma. Ben kapatmadım.


Kapı çalıyor. Komşu geliyor. “Bu” oluyorum. “Bu”yum ben. Arlanmayan. Şükür bilmeyen. İşe yaramayan. Gülücükler doluyor kulaklarıma. Kahkahalar. Özlediklerim. Hiç görmediklerim. “Öyleler ya öyleler, hepsi aynı. Bir bardak bulgurunuz var mıydı?” Ben; değil bir bardağa, kendi hayatıma sığamadım.


Kapı kapanıyor. Yumuşacık. Her gidene aynı şiddetle kapanmıyor demek ki kapılar. Bazılarının sırtına kapanıyor. Benim yüzüme kapandı. Heyecanla koştuğumda, canım yandığında, birliğe olan merakımda. İmreniyorum komşu kadına. İmreniyorum kapının kilidinin yumuşacık çıt ettiği, elalemin her üyesine.


Gözlerim ak. Zihnim mor. Zihnim yara. Zihnim hak etmediklerim. Zihnim hayallerim. Zihnim bağırışlar. Zihnim öfke. Zihnim geçmiş. Zihnim, benim olmadıklarım. Ben yapmadım. Ben hiçbir çocukluk çalmadım. Günahı boynuma kal-

-dı.


Resim: The Dead Mother (1900), Edvard Munch