Nâbî ile ol âfetün ahvâlini nakl it
Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ’dan usanduk
Peymane dediler,
kadeh dediler adına onun…
Hayyam ölümü gördü onda,
rindler sefayı,
aşıklar cefayı gördü tortusunda,
bense hiçbir şey görmedim.
Akranlarım da görmedi sahiden baktık
belki rindleri Yahya Kemal öldürmüştür,
belki de hepsini bir garipte bıraktık
Şair-i Azam, fevkî makamını artık devretti
Bentler terkip veya tercii değil
tercih edildi
(bir başka aşka döndü o,
nesre belki,
belki dünyalık azimete)
Cansever ağabey kaldı masayı sayrı gören
o da bir otel makamında
battı gitti.
Dahası saiklere de haksızlık edildi
Fikret,
-yani şiirin hürriyeti-
içkin bakarken hayata
Balad
yahut aruz için tecrit edildi
O tarz-ı kadim yahut yüksek şiir
ne avama bırakıldı,
ne tümseklerce sevildi
Atilla ağabey haklıydı, fakat bir farkla:
yirmi birinci asırda da olmuyor gazeller söylemek
Ne Rimbaud, ne Galib yeterli insanı anlamak için
camda kırılan ışığa dönüştü gerçek…
“Bir elifin ma’nisini” anlamaya çalışan insana
bugünkü toplum deli diyecek
ve felek, hala suçlanacak birisi tarafından
hala incelikle,
hala utanmadan…
Yine de yaşıyorsak, var olacaktır şiir:
Helen’i görecektir birileri sevgilisinde,
birileri kaşında yay taşıyan sevgiliyi…
Ab-ı kadehin cevrini üzümde bulacaktır biri,
biri yakamozda çekilen salda…
Bulvarda bir kaza sarsacaktır tiradı
ve Mecnun çöllerde inadı ile dolaşacaktır
Yani yaşıyorsak var olacaktır şiir
Çünkü onun içinde bin bir türlü kir
bin bir türlü kır dolaşır