Boyalı eve sahip olmak bizim mahallemizde sınıfsal bir durumdu. Biraz rutubet, biraz kömür kokusu ile uyanırdık. Büyüyünce o kokunun kıymetini anlayacağım. Patates kızartmasını kim daha çok yiyecek kavgası olurdu soframızda. Kalabalık bir sofrada olmak lüks bir şeymiş. Onlarca kez en lezzetli yemekleri tek başıma yediğimde anladım. Kahvaltı edildi. Mavi önlüğüm ve ben okul yolu için hazırız. Ha bir de ekmek arası yerli domatesim. Tadını övüp bitiremem sorsanız. Çobana sormuşlar: "Tavuğun en lezzetli yeri neresidir?" diye "kanatları" demiş. Benimki de o hesap. Çok fazla bir seçenek olmayınca. En acıkmış anlarımda, büyük parçalar halinde ısırdığım yarım ekmek taş fırın ekmeğim benimleydi. Ablam sabahleyin giden gruptan, ben ise öğlen giden gruptandım. Erken gittim okula. Annem, yolladı bu ekmeği dedim. Yakalamak için nefes nefese kalmış bir halde soluğum tam toparlanmadan pat diye yapıştırdı tokatı. Yaşım henüz ergen gururunu anlamaya yetmiyordu sanırım. Cömert babaların harçlıklarıyla, kantinden karışık tost ve meyve suyu almaya gidenlerin sesleriyle irkilip kendime gelmiştim. Saatlerce aklımdan çıkmadı. Hatta günlerce düşündüm. Ablam o harika tada niçin sırtını dönmüştü. Ve öfkesi sahiden kime neye idi? Bir çok şey gibi onu da geç öğrendim. Öğrenmek dediğimiz şey sonsuz galiba. Gökyüzündeki buluta,. koştukça tutacağını sanmak gibi belki de. Zaman alınan bir şey değildi. Belki de insanoğlunun en büyük sorunudur. Ama öyle insanlar vardı ki, bizlerin senelerce hayalini kuracağımız nesnelere, üç beş saniye içinde erişebilirlerdi. Dışı tellenmekten yıpranmış bir kızartma tenceresini gibi meydan okuyordum her ana. Eyvallah diyen kazanır bazen. Onu buna şuna her şeye eyvallah. Kışın sert yüzü garibanı vurur. Yakacak odun kömür derdine düşer, daha yaz bitmeden bu kaygı başlar. Botsuz büyüyen çocuklardanım ben. Örgüden yapılma bordo v yakasını mavi önlüğüne giyen kara kuru ufak tefek bir kız çocuğu. Hiç unutmam yokuşun başında okulumuz, servisle gitmek haddimize değil. Burnumuz pembe ola ola yürüyoruz. Arkadaşımın abisi kahkaha atıyordu. Sebebi bendim. Birinin gülme sebebi olmak değil alayının konusu olmak. Düz tabandır ayaklarım. Çabuk yıpranır ayakkabılarım. İçe doğru eğilmiş yırtık pırtık bir fakir ayakkabısı işte. O kahkaha; ablamın attığı tokattan daha sert değildi ama, beni paramparça etmeye yetmişti. Sanırım ailesi yok kavramına gülmemek gerektiğini henüz öğretmemişti. Hakkı da vardı. Elbet gülebilirdi. Niçin yazarız diye düşündüm. Onlarca insan yüzlerce cümleyi niçin kurar. Kelimeler havuzunda yitip gider miyiz. Gayemiz nedir ?Anlaşılmak mı ? Anlatmak isteği mi ? Yoksa bak burada izim var senin yaran nerede demek mi ? Kağıtla dertleşmek belki de.

Sene 2008. Lisedeyim. Muazzam eğitimli, katı kuralları olan ve dominant bir kadın müdüre sahip köklü bir Anadolu öğretmen lisesi. Gençlik Bayramı'nda Kolbastı oynayacağız. Tabi biz oynayanlar grubundan değiliz. Balığız. Ağa takılan yerde yatar vaziyette çırpınan balıklar. Oynayanlar kimler mi ? Mobilyacının beyaz tenli, kumral kızı, kaymakamlıktaki memur beyin oğlu... Hemşire ebe hanımefendilerin evlatları. Sınıfsal ayrımı yaşamışım ama hep dediğim gibi anlamam zaman almış. Heyyy! Bitmedi. Babam gelmiş beni izlemeye. Beyaz lekeler oluşmuş kol kısmında kıyafetinin. Buram buram ter kokuyordur. Olsun ben o kokuyu bile özlüyorum. Uzun boylu, kumral, eladan yeşile çalan gözleri var. "Amele yanığı" deriz biz. O hale gelmiş güneşin altında yem çuvalı indirmekten. Eve ekmek götürmek külfetlidir. Özellikle babasız büyüyen adamlar için daha ağır olabiliyor. Sahibin yoksa hayatta hep geridesindir. Sıfatlar ekleseler de, cebin para da dolu olsa hep bir şeyler eksiktir. Yük indirmiş saatler boyu gelmeden önce. Rutin işi bu haliyle. İşte orada ! Bana bakıyor. Gözlerinde daima gurur var. Babam bana bakıyorken benden mutlusu yok olamaz. Ağın içindeki balığım ama nasıl coşkulu bir balık. Evet. İşte benim babam. Taşıma memuru.