Yalnızlık insanın kendi tercihi olduğunda güzeldir.

 

Anadolu coğrafyasında bir yerde, ne çok uzak ne çok yakın bir tarihte; haramlardan, yolsuzluklardan, ahlaksızlıktan ve bilumum günahlardan kutsallığını yitirmiş bir cuma günü, saat 18.00 dolaylarında oyuncusu olduğu tiyatronun elektrik şartelini indirip, su vanasını kapatıp, kapısını kilitleyip yürümeye başladı genç adam. Tiyatronun içinde bulunduğu alışveriş merkezinden çıkması için, yürüyen ama şimdilerde arızalı olup yürümeyen merdivenlerden üç kat yukarı çıkması gerekiyordu. Eksi dördüncü katın merdivenlerini tırmanırken üç gün önce aldığı ama ne hikmetse sağ tarafı ikinci gün bozulan kulaklığını boğazlı kazağının içinden geçirip telefona taktı. Canının istediği bir şarkı yoktu. Nasıl olsa insan mutlu olmadıktan sonra bütün şarkılar aynı kederi ifade ediyor diye düşündü. Müzik uygulamasını açtı ve ekrana dokundu: karışık çal. Eksi üçüncü kata geldiğinde etrafına bakındı. Katın orta yerinde duran yükseltiye daldı gözleri. Derin bir iç geçirdi. O yükseltide sergilediği oyunları anımsadı. Nasıl da büyük bir kalabalık toplanırdı izlemek için. Şimdi ise insanlar tek tük ve anlamsızca, belki sırf can sıkıntısından ya da kattaki tek açık mağaza olan perdeciden alışveriş yapmak için ordaydılar. Eksi ikinci katta hiçbir mağaza açık değildi. Bu manzara ona içinde bulunduğu durumu hatırlatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Adımlarını hızlandırıp yürümeyen merdivenden koşarcasına çıkarak eksi birinci kata ulaştı. Buradaki ana kapıya göre daha az işlevli olan kapıdan kendini dışarı attı. Sağanak yağmur yağıyordu. Montunun kapüşonunu başına geçirdi ve yeni kararmış gökyüzünün altında, ıslak yeryüzünün üstünde yer yer birikinti oluşturan suları ezerek yürüdü. Selda Bağcan’ın hep çok beğendiği sesinden “Öyle bir yerdeyim ki” çalıyordu sol kulağında. Aslında belki kulaklığının sağ tarafı çalışıyor olsa bile kullanmazdı. Çünkü müzik dinlemeyi sevdiği kadar yaşamın sesini dinlemeyi de seviyordu. Arabaların homurtusunu, yolda yürüyen insanların birbirine karışan seslerini, her köşe başında gruplaşmış polislerin telsiz sesini ve tıpırtısını yağmurun. Minibüse varmak için 15 dakika yürüdü böylece. Her adımda içindeki öfke mi, yalnızlık mı, bıkkınlık mı onu sorguladı. Belki de özlemdi. Kararsızlığına bir kulp bulmak istemedi. Düşüncelerinin rotasını değiştirip minibüse bindi.


15 dakika da minibüste kayıp verdi yaşamından. Duraktan başlayan yokuşu tırmanmaya başladı. Yokuştan ivme kazanarak gelen yağmur suları ayakkabılarına dolmasın diye özen göstermek istedi. Bir noktadan sonra bu çabaya değmez diyerek akışına bıraktı. Köşedeki marketten ekmek almayı unutmadı. Canı başka şeyler de çekiyordu aslında ama önünü göremiyordu. Son birkaç aydır zaruri ihtiyaçlarının dışında harcama yapmıyordu. Evinin bulunduğu sokağa girdi. Yan binanın altındaki tütüncüye uğradı. Her içtiğinde midesine dayanılmaz bir yangın bırakan el sarması sigaradan dört paket aldı. Evet çok ağırdı, zift gibiydi, kokusu kötüydü ama ucuzdu. Şimdilik ucuz oluşu onun diğer tüm kötü özelliklerini örtüyordu. Hiçbir zaman kapalı bulunmayan, kapalı olsa bile camsız kısmından giren bir elin kolaylıkla açabileceği apartman kapısından içeri girdi. Girişteki lamba dün de yanmamıştı. Demek ki bozuldu diye düşündü. Karanlıkta düşmemek için temkinli adımlarıyla yoklayarak merdivenin ilk basamağını buldu. Gerisi ezberdi zaten. Dairesinin kapısına yaklaşırken katın lambası yandı. Anahtarını çıkarıp neden her seferinde iki defa kilitlediğini bilmediği çelik kapıyı açtı. Ekmeği mutfağa bıraktı. Sigaralarla beraber gıcırdayan ve kolu son raddeye kadar boşluğu ezen eski kapıyı açarak salona girdi. Sigaraları tiyatronun dekor atölyesinde can sıkıntısından yaptığı sehpanın üzerine bıraktı. Televizyonun sağ yanındaki masanın üzerine ceplerini boşalttıktan sonra montunu çıkarıp askıya astı. Banyoya gidip ellerini uzmanların önerdiği şekillerin herhangi biriyle yıkadı. Tekrar salona döndü. Tam ortada duran turuncu renkli, üzerinde asla yatılmayan hatta oturunca bile yaylarının senfonik sesler çıkardığı kanepeye oturdu. Bir sigara yaktı, başını geriye attı ve fısıldaştı kendiyle.

“Bu taşranın yalnızıyım.”



Taşranın ne olduğunu düşündü. Genç adama göre taşra, yüksek binalardan, lüks otomobillerden mahrum yerler değildi. Bir taşra bütün bu anlamsız zenginliklere sahip de olabilirdi. Taşra gözleri raptiye ile tutturulmuş insanların çoğunlukta olduğu yerlerdi. Öyle ki o insanlar düz bakarlardı dünyaya. Gökyüzünün maviliğini, bulutları, sırmalar saçan güneşi, kaldırımda açan çiçeği, sevişen kedileri, dost canlısı köpekleri ve daha nice güzellikleri görmezdi bu insanlar. Bu yüzden düz bakarlar, düz yaşarlar ve aldırış etmezlerdi karın tokluğundan başka hiçbir derde. Ne sanat umurlarındaydı ne sanatçı. Televizyon dizileri izleyip katilleri haklı mazlumları haksız bulurlar, taraf değiştirmekten laçkalaşmış haber kanallarını izleyip her şeyin en yanlışını öğrenirler ve körü körüne inanırlardı. Medya okur yazarlığından bihaberdiler. Kitap okumazlar, arabesk ya da kahramanlık güdüleyen şarkılardan başka müzik dinlemezler, tiyatro izlemezler hatta anlamsız bulurlar, alışveriş merkezi gezmeye bayılırlar, paraya ve güce bazen tapar bazen boyun eğerler ve anlamadıkları ezanlara koşarlardı. Çünkü günde beş vakit secdeye varmak örter sanırlardı bütün günahlarını. Dini işlerine geldiği gibi yorumlar, aşkı ayıp sayarlardı. Oturup iki çift muhabbet etmeye kalksanız futbol ile siyaset arasında kısır bir döngüde tıkılıp kalırdınız.



Bütün bunlar zihnine hücum ettikçe sigarasından derin nefesler çekmeye devam etti genç adam. Keşke, dedi, her şey bir tren bileti almak kadar kolay olsaydı. Taşradaki yalnızlığa mahkûm olmanın verdiği yorgunluğa artık dayanamıyordu. Ne zaman tüm bunlardan sıyrılmak istese kitap okuyordu. Kitaplardaki yaşamın içine dahil oluyor ve kendini huzurlu hissediyordu. Fakat kitaptan başını kaldırıp telefonu eline almayagörsün, hayattan nefret etmeye başlıyordu. Çünkü alternatif medya bütün gerçekleri insanın yüzüne tokat gibi çarpıyordu. Kadın cinayetleri, istismar edilen çocuklar, hırsızlıklar, yolsuzluklar, ekonomik sıkıntılar, vatandaşı aptal yerine koyan ve göz göre göre yalan söyleyen politikacılar ve elbette ekonomik sorunlar. Genç adam birden ekonomik sorunlarını düşünmeye başladı. Salgından beri tiyatrolar kapalıydı. Eskisi gibi kazanamıyordu. Yine de meslektaşları hiç kazanamazken, o her gün tiyatroya gidip etrafı silip süpürmekten, salgın bittiğinde oynanacak oyunların dekorunu yapmak için atölyeye girmekten keyif alıyor ve bunlar için tiyatronun verdiği yarım maaşa şükrediyordu. Ekstra hiçbir şey yapamamaktan şikâyet edeceği zamanlarda aklına parasızlıktan intihar eden müzisyenler geliyor ve kendine kızıyordu. Birden televizyonun sol tarafındaki vitrinde duran eski alkol şişelerine takıldı gözü.



Şişeler, belki bin yıllık.

Şişeler, içindeki boşluğa hatıraları sığdırmış.

Şişeler, o eski kalabalıklara duyulan hasret.



Artık şiir yazamadığını fark etti. Saate baktı. Hafta sonları uygulanan sokağa çıkma yasağının başlamasına bir buçuk saatten fazla vardı. Bu yalnızlığa hapsolmadan önce çıkıp biraz tenha sokakların ve yağmurun tadını çıkarmak istedi. O sırada kapı çaldı.