Oturduğu yerde kalakalmıştı. Gerçi kalıp kalmadığını da tam anlamamıştı. Bir anlığına yok oluş gibiydi… Tüm insanlar yaşar mıydı böyle şeyler? Kapı çaldı, her yer karanlıktı. Bir şeyleri değiştirmeye fazla niyetli ama tüm merhametine rağmen değiştirmeye gücü olmayan bir rüzgardı gelen. Başı dönerken kapıyı açabildi hoş geldin demeyi bilmiyordu rüzgara. Tüm kelimeler yeryüzünde sonbaharın, ağaçların yapraklarını döktüğü gibi yerlere saçılmış ve tazeliğini yitirmişti. Sadece yere çöküp ağlamayı hatırladı aklı. Belki kurumuş kelimeler yeniden filizlenir diye. Sıradan bir gece ve kocaman parlak bir dolunay… Rüzgar, dünya ne kadar güzel diye fısıldıyorken onun dünyanın dönüşünden midesi bulanıyordu. Eline aldığı not defterleri ve o, tek başına dünyanın içinde kaybolmuştu. Bilirsiniz, küçük bir taş denize düştüğünde etrafında yaydığı hareketlenmeyi… Bu kadarı bile üzerdi onu. Sanki taş denizi kurutacaktı… Atılan taşlar denizin canına duyulan bir intikam hevesi olabilir miydi? Bomboş bir eğlence içindi sadece, biliyordu. Gerçekten anlayabiliyor muydu, sanmıyorum. Kendi içinde boğulması mümkün müydü tuzlu denizin? Olmadığını bildiği için bütün zaman akışı boyunca güneşin kurutup onu yok etmesini dileyen bir deniz… Çünkü kimse bir denizi hatırında özen ve bağlılıkla tutmaz. Ondan eğlenmek için faydalanırlar. Eğlence bitince gider herkes, hatırına almadan, almayı da düşünmeden. Örneğin ondan bir kavanoz alıp saklamayı düşünmez hiç kimse. Bir gece karanlık kanatlarıyla dev bir yırtıcı kuş geldi denizin yakınlarına. Onun tuzlu suyundan içti. Benimle bağ kurdu, benim tuzlu dahi olsa suyumun aromasını seven biri olabilir belki o diye düşündü deniz. Korkutucu kanatlarına rağmen… Minicik bir kuşun tırnakları dahi incitirdi halbuki denizi. Ama bir bağ için bu yırtıcının verdiği acıya katlanabilirdi belki. Bir bağ, gerçek bir bağ bin acıya bile değerdi. Gerçekten karanlık kanatlı yırtıcı her gece gelmeye başladı. Ve tuzlu suyu kanarak içti. O kanarak içişi oldu zaten denize dayanma gücü veren, yaralanışları için. Deniz merak içindeydi belki de kaygı daha doğru kelime, gerçekten koca kanatları uzaklarda uçmak yerine döner miydi her gece ona? Bilmiyoruz. Kimse bilemezdi de zaten. Birkaç gece döndü. Birkaç gece dönmedi. Belki de artık hiç dönmezdi. Kara geceden daha karanlık bir yırtıcı için beklemek ister miydi peki deniz sonsuza dek? İşte o deniz gibiydi onun içindeki sorular. Ama tüm kaygısına rağmen, belki de kaygısı sayesinde, bir gün güneşin, karanlık gecenin, kalbini parçalayan tırnaklarının açtığı yaraları örteceği ve hatta iyileştireceği günü bekliyordu. Gözlerini yakacak kadar sıcak olacak olsa bile… Bir uçurum aradı. Herhangi bir değil, onun için olan uçurumu, onun için var edilmiş olanı… O uçurumu buldu ve kenarlarında gezindi bir süre. En sessiz ve en güneşe yakın kısmını sahiplenecekti. Öyle de oldu. Tüm gün güneşin yakıcılığında okşandı saçları. Günlerce kalbini ve saçlarını ısıtmaya gitti oraya. Bir insanın huzuru ve sıcaklığı ancak kendi uçurum kenarında bulunabilirdi. Çünkü orada bir ruh yaratılmış halde beklerdi, sırf ona özel bir ruh… Ruh onu çağırdı ve yalnızlığından o anda sıyrıldı. Ruhun adını sormadı hiç. Hiç kimseye benzemeyen o güzel ve kutsal olanı ismiyle çağırmak bile yüktü, hiç yanından ayrılmak istemediğinden. Çağırmasına gerek olmadığını da biliyordu. Bir kere bulmuştu onu, hep hissedecekti yakınlığını. Ruhun melekleri hayal ettirecek kutsal bir sesi vardı. Ve ona şöyle seslendi, benimle masal olabilir misin? Sahi ruha hayır demek mümkün müydü? Ruhun sihri ve masalıydı zaten yakınlığı. Evet dedi Ruha, masal olalım. Uzun kirpikli, iri gözlü Ruh ellerini tuttu onun, her gün, her gece. Neden bu kadar kibarsın diye sormak istiyordu Ruha. Sorularla anın tadını kaybetmek istemedi, sormadı. Tüm şehir aydınlıktı ve çok uzaktaydı. Onlarsa bir bütün olmuştu, tüm yapay ışıklardan uzak. Tüm uçurum esenlikle doluydu. Gerçekti, sahte, yapay tek bir şeye yer yoktu. O ağladı. Neden diye sordu ruh, sana yetmiyor muyum? Yetmek ne demek bilmiyordu o. Ama seninle bir bütünüm diyebildi ruha. Seninle örtülüyor sanki tüm kusurlarım dedi. Ruh ışık dolu çehresiyle gülümsedi. Ama ruhun bilmediği bir şey vardı. O çok düşünürdü, ruhun çehresi kadar özel değildi çehresi, kusurları da örtmez, ondan ancak yeni kusurlar doğardı. Ruh bunları önemser miydi acaba, gider miydi öğrenince? Aklından çıkmazdı hiç kovulma hissi. Ruh onu kovar mıydı bir gün? Ruh da bir başka bir ruh ister miydi bu kusurlu varlığın kusurlarını görünce bir gün? Uçurumdan kaçmak istedi, aslında istemedi, o yok olmak istedi kusurları yüzünden. Bir ruh değilse niye vardı uçurumda, bir gün atılacaktı belki oradan… Ya da atlayacaktı ruh ondan yüz çevirirse. Böyle mi olmalı, kaçmalı mı, yırtıcı karanlıkta kalbi parça parça mı olmalıydı yoksa Ruhun birgün göreceği eksiklerinden ömür boyu korkmalı mıydı? Sonsuza dek acıları bitirmek imkanı neden yoktu? Kapattı gözlerini, ağladı. Ruh ilk kez gözyaşı görmüştü. Sen farklısın dedi Ruh ona. Ben ağlayamıyorken, senin gözyaşların var. Bu çok özel dedi. Gözyaşlarına hayranlık duydu Ruh. Ben ağlamayı bilmiyorum, sonsuz dinginlikten başka duyguyu da bilmiyorum, sen biliyorsun dedi. Yanımda kal ve seni izlememe izin ver ki bu özel şeyler beni tekdüzelikten kurtarsın dedi. Parlak çehreli ruh ve özel kusurları olan o, bir masal olmaya, birlikte bir masal olmaya severek uzandı. Dolunay ve tatlı rüzgar onların masalına dokunmayı sevdi. Güneş de…