Tüm gün zorlukla tuttuğu orucun etkisi ve iftar saatine dakikalar kala heyecandan iyice susayıp dilinin damağının kuruduğunu hissederken, önünde dağınık bir vaziyette duran onlarca çift ayakkabının üstüne basarak geçti gıcırtıyla açılan kapıdan hole. Karşısındaki kapısı lavaboda abdest alan Hamdi ağayı görmezden gelip direkt salona açılan kapıdan geçti. Salon dediğimiz 4 tane odanın kapısının açıldığı büyük hol işte. Sağlı sollu kapıların yanlarında dizili divanlar ortada açılmış iki büyük yer sofrası. Her sofrada iki büyük kâse çorba ve çay tabaklarına konulmuş hurmalar gelişi güzel dağıtılmış. Sofranın örtüsü bağdaş kurmuş bacakların üstüne özenle çekilip yanlamasına oturmuş herkes. Bazısı iki dizinin üstünde topuklarının üstüne oturarak yerleşse de o sofralar her zaman bir kişiyi daha alır annacına. Diğer yemeklerin olduğu tepsiler divanların üstünde dizilmiş. Sofrada tepsiye en yakın oturana doğaçlama verilen servis görevinin gerçekleştirilmesini bekliyor. Adettendir, sofradaki ana et yemeği mutlaka iki ya da üç kâse daha getirilir, suyu ortaya konulan pilavın üstüne boca edilirdi. Zaten kalabalıkta dört kaşık yemek alabilen şanslıydı. Diğer odaların da kapıları açık. Bir oda misafir odası. Orası hatırı sayılır misafirlerin odası. Diğerleri ise birer yatak odası. Gardrop ve yatağın ortasında kurulmuş yer sofraları, Diğer odalar yatak odası. Üstü yemek dolu tepsiler yatakların üstüne konulmuş. O odalarda da kadınlar oturuyor. Kenarları işlemeli sarı, kara yazmaları ve kendi ördükleri birbirinin benzeri yelekleri ile. Yan yana bağdaş kurarak oturmuş kadınların tek ortak yanı yazmaları ve yelekleri değil elbet hepsinin ayakları nasırlı ve çatlamış.
Büyük holdeki iki sofraya ve odalara şöyle bir göz gezdirip babasını aradı Muhammet. Direk soldaki odaya yöneldi. Burası evin misafir odası idi. En yeni soba, içi tabak bardak dolu vitrin ve koltuklar burada olurdu. Biliyordu zaten, köyün ileri gelenleri, ağır misafirler öyle ortalık yerde oturtulmaz, misafir odası tahsis edilirdi mutlaka. Muhtar, imam, bunları kısmen himayesine almış sözü geçen birkaç ihtiyar hep aynı sofrada olurdu. Babası da oradaydı. Hemen dizlerini kırıp yanına, sofraya çömeldi. Tam karşısında arkadaşı Metin ve babası da vardı. Metin de babasına sokulmuş, saçları inek yalamış misali yana taralı, saygılı ama gururlu bir eda ile ezanın okunması bekliyordu. Ezana iki üç dakika kalmış olmalıydı. Öylesine aç, susuz ve bir o kadar heyecanlı hissediyordu ki kendini. Büyüklerin sofrasında hem de oruç açmak için onların yanında idi. Kendisiyle gurur duyacaklardı. Ramazanın on yedisi olmuş ve bir gün bile aksatmamıştı orucunu. On iki yaşında bu kadar gün oruç tutmak ve hatta camide kamet yapmak çok değerliydi. Daha evden çıkmadan almıştı abdestini ki sorarlarsa ben abdestliyim diyecek havasını atacaktı. Sürekli abdestli olduğunu hatırında tutuyor ya bozulursa diye bir de onun tedirginliğini yaşıyordu.
Cami hoparlöründen Allah-u Ekber sesi gelir gelmez herkes bir kıpırdandı yerinde, dudaklar mırıldandı dua eder gibi. Dualar bitince biraz sıkışarak hocaya yer açmaya çalıştılar. Kimisi sofrada yan döndü, kimisi dizlerini toparladı. E ezan bitmeden ve hoca gelmeden oruç açılmaz tabi. Cami yakın olduğundan böyleydi. Uzak olsa çok açarlardı orucu. Diğer sofralardan kaşık sesleri gelmeye başlamıştı bile. Ezan biter bitmez Muhammet dua okuyan ağzı kıpır kıpır, elini hurma tabağına götürüyordu ki babası tuttu kolundan, “Sofra zaten küçük, hoca otursun oraya, kalk sen başka bir sofraya otur” dedi. Muhammet’in küçük eli olduğu gibi tuttuğu hurmayla birlikte düştü sofrada çorba kasesinin yanına. “Yer var ama” diyemedi. Yutkundu. Sesi içine kaçmış, damarlarında dolaşan tüm alyuvarlar yüzünde toplanmış gibi kızarmıştı. Boş midesinden koca bir yumru tersine yuvarlana yuvarlana gelmiş boğazına oturdu. O kadar insanın içinde sofradan kovulması mı, o kadar insanın buna gık dememesi mi yoksa onu sofradan kovanın, oruçlu olmasından, az sonra onlarla birlikte namaz kılacak hatta imamın arkasında belki de müezzinlik yapacak olmasından gurur duysun diyerek, büyük bir güven hissiyle sokulduğu babası olması mı yaralamıştı bu kadar derinden? Hiçbir şey demeden boğazındaki o ağır yumrusuyla kalktı öylece, holden, şapur şupur aç karnını doyuran, onun o küçülen bedenini bile görmeyen aç insanların arasından geçti.
“Kapıları çarpsam, indirsem camları, sikerim ulan böyle işi, bu mu sizin Allah korkunuz, bu mu sizin kul hakkına riayetiniz? Hangi ibadet bir çocuğun kalbinin acısından daha makbuldür yaradanın huzurunda diye bağırarak çıkıp gitsem” diye diye, usulca sanki hiç doğmamış, sanki hiç o insanları tanımamış görmemiş, sanki kimse de onu görmüyormuş gibi su gibi aktı gitti, darmadağınık ayakkabıların üstüne basa basa…
Evlerinin bahçesindeki çardağın içinde bir köşeye oturdu. Ağladı uzun uzun. Zorlukla tuttuğu ve aklından hiç çıkmayan açlığı çoktan unutmuştu. Nice sonra sokaktan teravih namazına giden kalabalığın sesine uyandı. Kalakalmıştı o tahta sedirde öyle. Karnının acıktığını hissetti. Kümese doğru gitti önce. Alışkındı annesi tarlada, ahırda koştururken acıktığında hemen kümese gider illa bulduğu iki üç yumurtayı direk tavaya kırar sac ekmeğine bana bana yerdi. Kümesin bir köşesinde külük* ve altında da civcivleri vardı. Tam yumurta almak için adımını atarken, tavuk yavrularını koruma güdüsüyle kabardı bir adım daha atsa saldıracaktı. Muhammet bakakaldı. Kaldı öylece. Dedi ki nice sonra içine bağıra bağıra “benim Allah'ımla sizin Allah'ınız bir değil. Benim tanrım şu tavuğun vicdanıdır artık”
*Külük: Batı Karadeniz bölgesinde civcivleri olan tavuğa denir.