Yağmur damlaları cama vururken annesi seslendi. ”Hadi kalk oğlum.“ dedi. Genç, gözlerini açıp yavaş yavaş kafasını saate doğru çevirdi. Saat günün yarısını vurmuştu. O saate kadar uyumuş olmanın verdiği pişmanlıkla uzun uzun tavana baktı. Sonra zor da olsa yataktan kalkabildi. Yüzünü yıkamak için musluğun başına geldi. Aynada kendisiyle göz göze geldiğinde belki de bir günün en zor dakikalarını yaşıyordu. Tükenmişliğin, umutsuzluk ve çaresizliğin fotoğrafını görüyordu aynada. Kendini suçluyordu ama aslında suçlu olan o değil; onu bu umutsuzluk ve çaresizlikle yalnız başına bırakmış olanlardı. Annesi masaya bir buçuk lira bıraktı. “Bir ekmek al da kahvaltı yapalım.“ dedi. Annesi güçlü bir kadındı. Her zaman umudu olan, bir şekilde ayakta durabilen bir kadındı. Belki de güçlü olmasının nedeni oğluydu her anne gibi. Genç gibi, günümüz gençleri gibi çaresiz ve umutsuz değildi. Masadaki parayı aldı, merdivenlerden indi ve sokağa çıktı. Markete girdi; ekmek dolabından bir ekmek aldıktan sonra parayı hayat dolu, mutlu, gayet keyfi yerinde olan marketçiye uzattı. Ekmeğiyle beraber hayat dolu olan marketçinin yanından ayrılırken bir an “O bu kadar mutluyken ben nasıl oluyor da bu kadar umutsuz ve çaresiz olabiliyorum?” diye düşünüp derin bir iç çekip apartmanın kapısından içeriye girdi. Eve geldi, ekmeği masaya bıraktı. Masada iki haşlanmış yumurta, biraz peynir, biraz da zeytinle birlikte hep aynı tatların ve aynı şeylerin yaşanmışlığıyla beraber kahvaltı yapmaya başladılar. Hiç konuşmuyorlardı. Bazen göz göze geliyorlar, bir tebessüm edip çaylarını yudumlayıp hayatta kalmak için yenilen masadaki peyniri ve zeytini bitirmeye çalışıyorlardı. Kahvaltısını bitiren yirmi beş yaşındaki genç, işsiz ve parasız olmanın çaresizliği ile birlikte “Anne ben çıkıyorum.“ dedi. Annesi oğluna baktı. Akşam yemeği için ayırdığı parayı düşünerek “Paran var mı oğlum?“ dedi. Genç, o paranın akşam yemeği için ayrıldığını bilerek, bir tebessümle “Var anne.“ dedi; ama yoktu. Cebinde hiç parası yoktu.


Sokaklar, caddeler, dükkanlar, insanlar, arabalar derken uzun uzun yürüdü. İş arıyordu. Eğer bir iş bulursa sabahları yaptığı kahvaltının bir anlamı olur diye, bir amacı olur diye, zor da olsa belki hayatın bir ucundan tutar diye, parasız olduğu için kendini soyutlamak zorunda kaldığı arkadaşlarıyla belki bir daha bir araya gelebilir diye; iş arıyordu. Her dört gençten birinin işsiz olduğu, iyi bir puan almış olmasına rağmen atanamayan bir ülkede... Yine aynı hayal kırıklığı ile birlikte eve dönmeye başladı. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Gri renge bürünmüş gökyüzü yağmurla birlikte önümüzün kış olduğunu bas bas bağırıyordu. Eve geldi. Annesi kapıyı açtı, hiç değişmeyen merhameti ve şefkatiyle birlikte “Hoş geldin oğlum.“ dedi. Genç yine aynı tebessümle “Hoş buldum anne.” dedi. İçeriye girip odasına geçti. Biraz olsun bir şeylerden uzaklaşmak ve unutmak için Sait Faik’le baş başa kaldı. O her şeyi biraz olsun unutmak için eline Sait Faik’i alırken; Sait Faik ona, her şeyi bir kez daha, sanki bilerek yaparcasına her cümleyle yüzüne yüzüne vurarak tekrar hatırlattı. Hava kararmaya başlamış, akşam olmuştu. Zil çaldı. Gelen elli dört yaşında, emekli olmasına rağmen çalışmak zorunda kalan babasıydı. Aynı gencin umutsuz ve çaresizliği gibi, üstüne yorgunluğu ve bitkinliği de ekleyerek, ağır adımlarla babası içeriye girdi. Elinde iki ekmek vardı. Genç, babasının elindeki ekmeği aldı; sebebini çok iyi bildiği ama anlam veremediği utançla ve mahcup olmuş bir şekilde “Hoş geldin baba.” dedi. Babası da annesi gibi aynı şefkat ve merhametle çok yorgun bir halde “Hoş bulduk oğlum.” dedi. Önce elini yüzünü yıkadı, abdest aldı; sonra üstünü değiştirdi. Yavaşça elli dört yılın yorgunluğuyla birlikte kendini koltuğa bıraktı. Baba “Nasılsın oğlum?” dedi. Genç “İyiyim baba.” dedi ama, sen nasılsın, diyemedi. Nedense utandı. O kadar yorulmuştu ki babası... Bütün hayatını ailesine, çocuklarına adamış, bütün yorgunluğa onlar için katlanmış ve hala da katlanmakta olan babasına; utandığından, sen nasılsın, diyemedi. Utanıyordu çünkü tek suçlu kendisini görüyordu. Halbuki utanması gereken de mahcup olması gereken de o değildi. Annesi akşam yemeği için sofrayı hazırladı. Yemekte salçalı bulgur pilavı, çoban salata ve ayran vardı. Genç, annesinin salatasını çok seviyordu. Genç, annesini de çok seviyordu. Kim annesini sevmez ki? Her şeye rağmen o sofraya oturulmuş, sohbet edilmiş, şakalar yapılmış ve o yemek yenmişti. Sonra bir çay demlenmiş, her orta direk kesimin yaptığı gibi televizyon izleyip bütün yorgunluğu, stresi, sıkıntılarını o ekrana bakarak biraz da olsa unutmaya çalışılmıştı. Saat ilerliyordu. Saat ilerledikçe hafif bir uyku, biraz da hüzün bastırıyordu. Yataklar açıldı. Genç bu sefer uyanmak için değil uyumak için uzun uzun tavana baktı. Karanlığın içinde uykuya daldı. Sabah uyanıp saate baktığında düne göre daha erken kalkmıştı. Elini yüzünü yıkadı, bu sefer aynaya bakmadı. Düne göre biraz daha umutlu, biraz daha neşeliydi. Mutfağa girdi, önce bir çay demledi. Sonra kahvaltı hazırlamak için dünden kalan aynı tabaktaki peyniri ve zeytini masaya koydu. Dün annesinin unuttuğu vişne reçelini gördü, onu da çıkardı. Babası çok erken saatte çıkmıştı. Kahvaltı hazırdı. Annesini uyandırmak için odaya girdi, yanağını okşayarak “Anne, hadi kalk, kahvaltı hazır.“ derken annesinin buz gibi olduğunu hissetti. Annesi ölmüş, genci çaresizliği ve tükenmişliği ile yalnız başına bırakmıştı.