O an geldiğinde, beyin düşünmeyi terk ettiğinde ve kalp hissetmeyi kutsadığında, gökkuşağının bütün renkleri görünür olurdu. Ben o gökkuşağının doyulmaz seyrini tatmıştım. Kırmızısına karışmıştım. Ona kendi kanımdan iki damlamı bağışlamıştım. Bile isteye, bir gram pişman olmadan, günah çıkarmaya ihtiyaç duymadan, tek bir gözyaşı bile akıtmadan.


Sanki kıyametim buymuş ama sonsuzluğu bulmuşum gibi. Yasaklı elmayı dalından koparmış, afiyetle yemişim ve her lokması bana helal kılınmış gibi. Sanki uçsuz bucaksız bir gökyüzü hediye almışım, pamuktan bulutlarda durup uzanmışım, sırtıma meleklerden iki beyaz kanat takınmışım, öylesine saf, yalınmışım ve hiç de yanılmamışım gibi.


Can… Can her zaman tatlı değildi. Baştan çıkardığında ve baştan çıkarıldığında… Yüksekteyken ve inmek istemezken, kendinden geçtiğinde ve gelmek istemediğinde… Can hiç tatlı değildi. Hem zaten bana kalırsa tanrının da pek umurunda değildi.


Aksine kutsal olandı aşk. Bundandır ki aşkla terbiye edilmezdi herkes, bundandır ki ben kendimi şanslı sayarım hep. Bundandır ki bırakmam saatlerden ipuçları çıkarmayı. Bundandır ki bilmem sığ duyguların soğuk mezar taşını. Ve yine bundandır ki mükemmel zamanlama diye bir şey yoktur âşık olmak için. Bunu seçemez, bununla baş edemez insan. Aşk, yatağına kadar düştüğünde, bedenine galip gelemez, elinin tersiyle itemez. Her seferinde tanrının suyuna gidemez insan.


Rast geldiği için değil hiçbir yaşanan, hatta bazı yaşananlar bütünüyle bu dünyaya ait bile değil. Tıpkı o gece gibi. O gece… O gece biz belirledik kıymetini, biz biçtik pahasını akan zamanın. Onun duracağı yoktu, bizde beklemeye mecal. Aynı dili bile konuşmadık ama israfta etmedik kelimeleri. Hava ayaz… Ara sıra yağmurlu. Üşümesin diye eldivenlerimi giydirdim, yine de üşüdü. Okyanuslar ötesinden gelip birbirinde silinmeyecek izler bırakan iki göçmen ruh. Sarıldık. Sıcak kalan tek uzvumuzdu dudaklarımız. Isındık. Cılız ışıkları aydınlatırken fakir şehri, biz birbirimize sığındık.


Laneti çökerdi bazı gecelerin sabahlarına. Ben onunla hiç öyle bir sabaha uyanmadım. Hatta dünya hiç dönmemiş, hiç sabah olmamış gibiydi. Yirmi birinci değildi yüzyıl. Şarkılar postmodern değildi. Greenwich’ten başlamamıştı meridyenler, barış içindeydi tüm ülkeler. Gelmemişti hiç kimse onun kadar iyi bana, çekimlenmemişti dokunmak hiçbir zamanda o kadar güzel. Hiçbir yağmurun sesi kalmamıştı o kadar serin kulaklarımda ve hiçbir kirpiğin gölgesi öyle masum düşmemişti yanaklara.


En çok denize çıkan sokaklar sevilir. Ben ona çıkan sokağa âşıktım. Hastaydı bir gün. Çorba yaptım. O da en güzel bardağında sundu bana içkiyi. Bir gün o çaldı. Ben oynadım. O söyledi ben tekrarladım. Bir gün ben sardım. O içti. Bir gün durduk. Bir gün seviştik. Herkese giyinmek isterken, birbirimize soyunmak istedik. Komşular ayaklandı, evin tozdan içi çıktı dışına. Ama biz devam ettik.


Aynaya yansıyan pür dikkat yüzünü hatırlıyorum. Suratına oturan o muzip gülüşünü… Nargile dumanının usulca nefesinden süzülüşünü… Ellerini hatırlıyorum, yara izlerini… İki kürek kemiği arasındaki o yalnız beni… Sakat bir kanepe, çekmeye aldırış etmediğimiz o kalın yeşil perdeler… Boşalan şişelerden biriktirilmiş sevimli bir koleksiyon… Boyası dökülen içi geçmiş banyo duvarları, içerisi buz kesmesin diye pervaza sıkıştırılmış desensiz bir battaniye… Üstünde çılgınlar gibi tepindiğimiz biçimsiz bir halı… Yıldızların en parlak ve yakın görülebileceği o kulpu kırık pencere… Kumbara olmaya zorlanmış büyük boy bir Pringles kutusu… Tavanı engin, loş bir oda, yere alelade kondurulmuş başlıksız bir yatak ve misler içerisindeki temiz yatak örtüleri… Hafıza insanın en sarı yanıydı belli ki.


Lastiği patlamış bir kamyonda yalpalayarak ilerlerken, ona çarpmış ve yine ondan yuvarlanmıştım. Ölürüm sanıp ölmemek gibiydi. Anlatacak bir hikâyesi olsun isterken, anlatmaya kıyamamak gibiydi. Tutamayacağını bile bile tutunmak gibiydi. Teoride tamam, pratikte eksik bir sadakatle çok sevdik birbirimizi. İçten ve gerçek, yakındık ama uzak sevdik… Şimdi sadece bir kuşun uçuşunda, odaya sinen bir tütsünün kokusunda, bir tınının solosunda… İspanyol yapımı bir dizinin başrolünde, nehir kenarında gelişigüzel sallanan bir dubanın hayalinde, biri birine ‘özledim’ dediğinde… En özel anım ve en güzel an’ım olarak. Her şeyiyle, benliğimde.