Bazı şeyler yuvalanıp pörsüyor sessizce. Çocuk böyle düşündü. Hava kararmış, gökyüzünde solan bulutlar öfkeli, dünyanın üstünden geçip giden tren.
Ağaç ev karanlığa gömülmüştü. Tek başına yapmıştı. Parça parça. Baya da zamanını almıştı. Saatler evin duvarından sinsice yol alırken çaktırmadan yapıldı her şey. Mora çalan gökyüzü karanlığa bıraktığında kendisini, çocuk cebinden çakmağını çıkardı, çantasını aralayıp bulduğu mumu yakarak odunlarla yaptığı kitaplığın yanı başına koydu. İçeriye doluşan ışık zayıf ve hasta gibi, öksürüp gölgelerle oynadı.
Ağzına bir elma attı. Acıkmıştı. Bir yandan ılımış coca colasını içiyordu. Geğirdi. Mum ışığı keskin suratında parladı, anılar üstündeyken hareket edemezdi bir çocuk, dışarıda bir yerde kendi sesini duyan bir kuş uçuyor, sessizce ve kimsesizce. Ayağa kalktı çocuk. Elma karnını doyurmamıştı, kola midesini bozacağını söyleyen sesler çıkartıyordu.
Bir yerde sandviçi olmalıydı, etrafı taradı, aradı ve bulamadı. Açlığın uçunda son elmasını yiyen bir kaçak. Daha farklı olur sanılır, adımlar diğerini takip ederken şeytanın fısıltısı daha hoştur. Yalnızlığın sinen çaresizliği mi yoksa başkasının gözlerinde beliren aynalar mı bir adımı daha attıran.
Çocuk yere bağdaş kurup oturdu. Sonra bundan sıkılıp sırt üstü kendini yaptığı ağaç evin zeminine bıraktı. Gözleri çatıyı görmüyordu. Çatıyı yapmamıştı, gökyüzünde parlayan ve dans eden yıldızların yalnızlığına bakmaktı niyeti. Orada öylece asılı kalan mum ışıkları, çok uzun bir süre eriyip kendini yok edecek ışıklarıyla parlayan şövalyeler; kimse hikayesini bilmiyor, asla da öğrenilmeyecek belki.
Çocuk uzanırken ağladı. Gözyaşları elmacık kemiklerinden akıp saçlarıyla buluştu. Utanç yakıyordu ciğerini, boğazında bir yumru, inatçı mı inatçı bir velet gibi oturmuştu. Kalkmıyordu.
Gözlerini sil der biri, ayağa kaldırır omzundan ve evin yolunu tutar, saçmaladığını söyler, her zaman bunu yaptığını fısıldır, aklından çıkmayan sözler kitaplığına bir kelime bir hiçlik daha koyulmuştur kafese ve anahtarı yoktur.
Çocuk ağlamayı bir türlü kesemedi. Olsun dedi. Tek tük de olsa parlayan yıldızlar vardı gecenin ortasında. İçeriye doluşan soğuk rüzgarlar canını sıkmıyordu. Kendisinden habersiz uçuşan yolcular. Birkaç karga gakladı. Sonra susup gittiler. Çocuk yine yalnız başınalığın kıyısında gözlerini tavana dikmiş uzanıyordu.
Yalnızken ağlar tanrı. Gözyaşlarını kimse bilmez, onun için canını verenler bilmez onu; dağın tepesi her zaman sıcak ve bulutlarla kaplı değildir.
Annesini düşündü çocuk, babasını. Kardeşleri geldi aklına, tek tek. Sınıfta hoşlandığı dişlek kız dahi aklında belirdi. Hepsi zamanın içerisinde bir yerlerde savrulan dalgalar gibi geliyordu. Çocuk tam buradaydı.
Bu gece burada kalacağım. Bunu kendisine söyledi. Montuna sarıldı. Akıllıydı ve bir battaniye getirmişti. Onu da üstüne atıp gözyaşlarını sildi. Nihayet durmuştu. Açlıkla nasıl başa çıkacağını düşündü. Belki bir sopa alır ve ucunu sivrileştirip tavşan falan avlayabilirdi. Ya da sapan. Çakmağı vardı ama er ya da geç gazı bitecekti. Taştan ateş yakmayı öğrenmek zorunda kalacaktı. Temiz su bulmak çok önemliydi. İzlediği bir belgeselde öğrenmişti bunu. Belki daha büyük bir şey öldürür ve derisi ile kendisine kıyafet yapardı. Kanıyla suratını boyar ve ağaç evini kimse bulmasın diye çalı çırpıyla iyice kapatırdı.
Böylece dışarıda olanlardan uzak kalabilirdi. Ve her gece yıldızları izleyen gezginlerden olabilirdi.
Çocuk hayallerinin sıcaklığı ile gözlerini kapattı. Suratında bir gülümseme vardı.