Bir süredir fark ile tekrarın birbirlerine birbirlerini anlattığı bir tiyatro oyununu izliyorum. Farkı oynayan oyuncu benim. Tekrarı oynayan oyuncu ise iki olgu: Benden önceki dünya ve benden sonraki dünya. Aslında kendi oyunculuğumu izliyorum bir nevi. Toplumun bana verdiği rolü ve hayatın buna olan sahnesel tepkisini…

 

Fark ile tekrarı izlerken aslında hayatı da izliyoruz sanırım. Sonuçta hayata eklemlenmiş varlıklarız. Ha! Hayat da üçe bölünmüş halde; benden önce-benimle-benden sonra ya da bunu tekrar, tekrardan çıkan fark, farkın tekrara dönmesi olarak adlandırabiliriz. Zaman halkalar çiziyor gözümüzün önünde. Başlangıç çizgisine geldiği anda artık biz olmuyoruz o zamanda. Zamansızlaşıyoruz her birimizin yok oluşunda. Doğmadan önce bahsedilemeyecek benliğin olmadığı bir dünya ile öldükten sonra bahsedilemeyecek bir benliğin olmayacağı bir dünya arasında benim açımdan fark var mıdır? Sanmam… Benden önceki ve sonraki dünya yalnızca işleyen bir dünyadır. Dünyayı farka sokan ben ise dünyadaki işleyişe yalnızca bir simge katar (imgelerimizi gölgesine hapsetmiş baba figüründen doğan bir simge ile).

 

Hayatı tartışmak tam da burada başlar bence. Hayat benim simgem ile birlikte mi yorumlanmaya başlanabilir benim bilincimde? Yani hayata eklemlenmemiş bir ben hakkında yorum yapmak… yalnızca bir inanç olur muhtemelen. Hayattan ayrık bir benin yalnızca hayat bulmaya inanma problemi de bambaşka bir fenomenin sorunudur herhalde. Tasarlayamayız bunu hayattayken. Ve gün olur ölüp gideriz. Hayatı tartışmak son bulmuştur bizim için. Hayat girdiği farktan çıkar ve yine “tekrar” kabuğuna sığınır. Tekrar-Fark-Tekrar üçlüsüyle ilerler zaman ve özne. Ancak öznenin zamandan tek farkıdır yalnızca farkı görebilmek ve farkı ilerletebilmek. Zaman ise değişmezliği gözlemleyerek umutsuzluk saçar her özneye. Ne var ki özneler her zaman görmek istemez tekrar mutlaklığını ve görmemek içindir mücadeleleri. Neden kaybettiğini ağlayarak arayan bir insanın en sonunda kendisini kendi gölünde yüzerken bulması ile Heidegger’in “Mezarlıkları ziyaret edin.” öğüdü arasında bir benzerlik vardır elbet. Kendi gölünde bulmak kendini, tekrar (ben)-fark (kaybetmek)-tekrar (ben) üçlüsünü yaşamakken mezarlık ziyareti ise tekrar (yaşamın ben için olmaması)-fark (yaşam)-tekrar (yaşamın ben için olmaması) üçlüsünü anımsamaktır. İnsanı fark heyecanlandırır ancak zaman insana sık sık tekrarı anımsatır. Gösterdiği andan itibarense artık yoktur insanı heyecanlandıran ve çoğunlukla insan.

 

Sahi bu üçlü durumu en bariz yaşadığımız anlardan birisi de aşık olmaktır. Ben ve sen arasındaki karşılıklı kurgu bizi oluşturur. Ben, seni tahayyül ederken sen de beni tahayyül eder ve bir gerçeklik olarak biz ortaya çıkar. Ben ve sen tekrarın egemenliğini gösterirken bizin oluşumu ise fark yaratır ve umut üfler bizlere. Ne var ki gerçeklik yine ben ile sende biter. Bu yüzden biz her zaman yaşatılmaya çalışılır ancak en sonunda ben, ben ile; sen ise sen ile baş başa kalır (bizi ararken kendi gölünüzde bulursunuz kendinizi). Aşk da yaşam gibi üçe bölünmektir; ben bütünlüğünden, ‘ben-biz-sen’e parçalanmak.

 

Ve hayat da üçe bölünmüş halde ilerler. Başlangıç (öncesi) parçası da son parça da tekrar diye adlandırılır. Ne var ki bu iki tekrarın aynı mı farklı mı olduklarını öğrenmek için ben ve sen kavramlarının aynı mı farklı mı olduğunu sorgulamak gerekir. Böylelikle halkalar çizerek ve paramparça halde zamanla devam eder hayat(lar?). Bu ilerleyişe Nietzsche bengü dönüş der, Deleuze bu ilerleyişteki paramparçalığı fark edip Fark ve Tekrar kitabını yazar ve metafiziği fark üzerine inşa etmek için yola koyulur, Heidegger ise son tekrarı düşündükçe kafayı mezarlıklara takar. Sonuçta bir fark olarak dünyaya simge bırakan insan tekrara giden yolda arkasında bıraktığı tekrarı ve önüne eninde sonunda gelecek olan tekrarı sorgulamadan durmaz. Bu sırada da kendi içerisinde bir yaşam oluşturur ve kendi yaşamında ben tekrarını farka koyup tekrarın geri gelmesini sayısız kez yaşar. Her benliğini bende bulduğunda ise hem hayatta farkın öznesi olduğunu hem de kendi kurduğu hayatta tekrarın mutlakiyeti olduğunu hisseder; yaşam, en derinine değer.