Dünyadan sayısız cümle gelip geçti. Herhangi bir şeyi tanımlayan binbir çeşit söz söylendi. Sözler yazıya dönüştüğünde insan denen şey ortaya çıktı. Yazı olmasaydı yine bilirdik birilerinin yaşadığını fakat o birilerinin kim oldukları önemsiz olurdu. Aslında birilerini var eden şey yazı, resim veya fotoğraftır. Sümerleri var eden şey yazıydı. Eğer yazmayı bilmeseydiler sıradan bir insan topluluğundan bahsediyor olurduk veya hiç haberimiz bile olmazdı varlıklarından. Van Gogh resimleri sayesinde var oldu. Yoksa sıradan biri olarak karışırdı tarihe. Bugün bizler yaşıyoruz ve belki çoğumuz sıradan biri olarak ölecek. Tarih kitaplarında isimlerimiz olmayacak ve kimse bizden bahsetmeyecek. Peki öyleyse yaşadıklarımızın ne önemi vardır ve sonrasında bizi kimse hatırlamayacaksa var olmanın değeri nerededir? 


Double Life of Veronique filminde Kieslowski bize şunu soruyor: "Gerçekte ne istiyorum baba?" Aslında bu soruyu düşünmek isterdim fakat bir türlü düşünemezdim. Çünkü eğer belli bir cevabı varsa ve onu yanlışlıkla keşfedersem neler hissedeceğimi bilemezdim. Yani bazı cevaplar çok tehlikelidir. İnsanı yaşamaktan alıkoyar ve devinimi öldürerek insanı bir bataklığa sabitler. Yine de içten içe sanki ne istediğimi bildiğimi düşünürüm bazen. Bunu kesinleştirmek adına daha fazla bilgi toplamam gerektiğini bilirim ve diğer yaşantılara göz atarım. Ve bilirsiniz ki çoğumuz benzer davranışlar gösteririz. Bir roman bize yaşam üzerine sayısız bilgi verebilir ve geçmişin insanları bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretebilir. Bir film tutkularımız, davranışlarımız ve hatalarımız hakkında bize yol gösterebilir. Yani sanata olan ilgimiz bundandır. Bize bir şey vermesini isteriz. Diğer yaşamları merak etmemiz yine taklit üzerine kurgulanmıştır. Böylece taklit yoluyla nasıl yaşamamız ve kim olmamız gerektiğini öğrenmeye çalışırız. 


İşte dünyadan sayısız cümle geçti demek bize temelde belirli insan paketlerinin olduğunu gösterir. Sayısız insanın sayısız tecrübesiyle oluşan bir kültür ve bunun çevresinde gelişen belirli insan tiplerinden bahsediyoruz. Bizler sıradan anne-babaların sıradan evlatları olarak dünyaya geldik. Fakat buna karşın yaptığımız işler, kendimizi türlü yollarla topluma göstermeye ve "bakın ben onlardan değilim" demeye getirmektir. İşte bu, varlığını anlamlandıramayan insan için en önemli dönüm noktalarından biridir. Tüm eylemlerimiz bu güzergahta gelişim gösterir ve tüm bunlar birer hayatta kalma çırpınmalarıdır. Yani silinmemeyi ve unutulmamayı istemektir. Çünkü unutulursak bedenin ölümünden daha beter hâlde ikinci kez ölmüş sayılırız. 


Danse Macabre fresklerinde bu konuyla ilgili fevkalade sözler mevcuttur. Ölülerin yaşayanlara seslendiği bu mesellerde ölüm, yaşam ve hatırlanma üzerine ilginç tespitler göze çarpar. 


"Ah, acımız ne kadar büyük."

"Siz, gelip geçenler, yalvarırım bizi hatırlayın."

"Şimdi biz neysek bir gün sende o olacaksın."

"Şimdi sen neysen bir zamanlar biz de öyleydik."


Dünyadan geçip giden sayısız sözler arasında belki de bunlar sıradanın ötesine geçip gerçek sıradanlığı bize fısıldayan değerli sözlerdendir. Kaynağı Arap şiirine kadar giden, bu yaşamın geçiciliği ve hiçliliğiyle ilgili düşüncenin bir başka örneğini de mezardaki ölülerin Hira Kralı'na şöyle seslendiğinde görüyoruz. 


"Siz neyseniz biz de öyleydik fakat zaman gelecek, bizim gibi olacağınız zaman çabucak gelecek."


Ölümün yaklaşması korkutucudur değil mi? Açık söylemek gerekirse insanların peşini bırakmayan Bergman'ın "Ölüm"ü son derecede ürkütücüdür. Ölümden her kaçış mutlaka bir eylemin gerekliliğine işaret eder. Öyle ki tüm yaşamı boyunca sayısız eylemde bulunan insan bununla da yetinmeyip son anlarında bile kendini kanıtlamaya çalışarak hareket eder. Son sözler onu son kez yaşama sabitleyen son çırpınışlardır. Ölümden on beş dakika sonrasına hazırlıktır bir nevi. Bir nasihat, bir söz diğer zihinlere on beş dakikadan sonrası için de hazırlık yapıldığını gösterir. 


Akıllarına, duygularına ne kadar çok hitap ettiysek o denli iyi hatırlanırız. Öyleyse ölmeden öncesine ait her on beş dakika da ölüme bir hazırlıktır diyebiliriz. Ölümden sonraki yokluğumuz mutlaka varlığa bürünmeli ve ölümü atlatmalıyızdır çünkü. Ölümsüz olmak zorundayızdır. Örneğin şerefli bir ölüm yüzyıllar sonrasında dahi hatırlanabilir. Bir çift söz, şiir, resim, fotoğraf veya bir çeşit aşk yahut nefret biz artık olmasak bile varlığını muhafaza ederek geleceğe aktarılabilir. Dolayısıyla farkında olmasak dahi eylemlerimizin ölümden sonrasına hizmet ettiği çıkarımını yapabiliriz. Zira bu ölümü yenmek için yapılması elzem yegâne şeydir. Sıradanlığımızı ve ölümlülüğümüzü göz ardı etmek eylemlerimizin en olağan hâllerindendir. Bergman'ın Ölüm'ü de şöyle der: "Çoğu insan ne ölümü düşünür ne de hiçliği. Hiçbir insan ölümle ve her şeyin hiçbir şey olduğunu bilerek yaşayamaz."


Gerçekten de öyledir. İnsanlar her şeye rağmen yaşamak isterler, akılda kalmak ve ölümsüz olmak isterler. Mezarlıklar bize bunu gösteren önemli şeylerden biridir. Bu hem yaşayan için bir ritüeldir hem de ölecek olan için bir hatırlanma aracıdır. Geçmişten gelen bu insanlar ve sözler bize sonsuz bir döngünün varlığını hatırlatır. Ölümün arkasındaki boşluk veya hiçlik aslında bizi yeni bir düşünceye sürükler. Sürükler çünkü bu sonsuz bir döngü gibidir. Aslında ölüm yoktur, bu sadece bir süreliğine yaşamın ertelenmesi durumudur ve yaşam da ölümün ertelenmesi durumudur. Öyleyse bize düşen de yaşayanlarla ölülerin dansına eşlik etmek ve akıp giden bu nehirde ne hâlde olursa olsun sürüklenmeyi sürdürmektir.


"Can kafeste durmaz uçar 

 Dünya bir han konar göçer 

 Ay dolanır yıllar geçer 

 Dostlar beni hatırlasın."