Bu öyle böyle bir iş değil. Akla fikre sığmıyor. Öyle olsa bile tanımlamak, isim koymak lazım. İsim koyacaksın ki sınırlandıracaksın, sınıflandıracaksın, hizaya sokacaksın. Böylece anlayacaksın. Anlayınca biraz daha kolaylaşıyor. İçinden çıkılmaz bir şeyin içinden çıkmak için önce etrafını çizeceksin. Sonrasında yolunu bulacak, gerekirse sürünerek de olsa çıkıp gideceksin. İçinden atacaksın ve kurtulacaksın. O halde isim vermek lazım öncelikle. Ne diyelim, şöyle tek kelime ve anlaşılır cinsten olsun. Akla ilk gelen manası herkes için hemen hemen aynı tınlasın. Tonlarca derdi yekten karşısındakine göstersin. Taşımasının zor olduğunu hepsi görsün. Biraz acısınlar sana, biraz müsamaha göstersinler. Aslında en güzeli, hiç ilişmesinler. Zaten insanlar derde pek ilişmezler. Dinler, ürperir ama dokunmazlar. Ellerini çekerler.


Aksi durumlar nadiren olsa da bunca insan içinde sadece o hem dinler hem kollarını açar: Annemi aradım.


Uzun uzun çaldı. Halbuki benim bir prensibim vardı. Birini aradığımda dört çalma sinyali süresince beklerim. Açmazsa kapatırım. Aradığımı görür görmez açmasını ummuyorum, kendimi o kadar da önemsemiyorum. Şu anda bile. Rahatsızlık vermemek için böyle bir yol tutturdum. Bazen beşinci sinyali beklemeli miyim diye düşünüyorum. Farklı telefon operatörlerinde sesin boyu değişiyor. Hatta yurt dışını aradığımda değişik tonlar duyuluyor. Hesaplarım şaşıyor, kafam karışıyor. Annem dört defayı kısa buluyor. Muhtemelen beşinci de kısadır ona göre. Üstüne üstlük kızıyor, “Telefonu içerde bırakmışım, zaten ağır işitiyorum, fark edince zor yetişiyorum, neden böyle yapıyorsun evladım?” diyor. Neden böyle yapıyorum anne? Gerçekten neden böyle yapıyorum? Hem içeri dediğin yer ne kadar içerde ki? Evde hepi topu küçücük bir odayla ona göbekten bağlı orta halli salon var. Mutfak yerine kümes yapmışlar. Alaturka tuvaletin sahanlığına de leş gibi plastikten duş başlığı çakmışlar. İşte sana banyo! Gir de şöyle sağdan sola devrile devrile, koşa koşa, döne döne yıkan annem. Telefonu duymak bu kadar mı zor?


Sen neden yalnız kalıyorsun anne? Babamla ikiniz oraya sığamadınız mı? Tamam, evimiz ufacık bir kutuydu, havasızlıktan sırayla nefes alıyorduk. Çocukken bana yeni ayakkabı almayı uzun uzun düşünmenizi evimizin küçüklüğüne bağlıyordum. “Düşünelim evladım, düşünelim.” Düşünecek yer yoktu evde, bu evde kendime ait bir yerim yoktu. Ardından sıra “bu evde bana yer yok”a geldi. Duvarlar öyle yakındı ki, çatallaşan sesim yankılanacak kadar uzağa gitmiyordu. Ben de bir gün kalktım, uzağa gittim. Bu sefer de söylediklerim havada kaldı, ne size vardı ne bana döndü. Hoş, bugün dahi kendi sesimi duymayı sevmem. Telefonda konuşurken bazen teknik sıkıntılar baş gösterir, söylediklerim ahizeye çınlar. Rahatsız olurum, hemen kapatmak isterim. Sonra zaman geçti, ben de sizin gibi bu fikirlerimi küçüklüğüme verdim. Aslında babam hiç de kocaman bir adam değildi ama bana dev gibi görünürdü. Muhtemelen kulakları çok yukarıda olduğu için sesim ona yetişmezdi. Çocukluktan ergenliğe, oradan orta yaşıma büyürken o gittikçe kısaldı. Ben değiştikçe babamın boyu değişti. Sonunda o kadar ufaldı ki, onu kaybettik.


Annemi aradım. Aklımda durumumu anlatan o tek sözcük var. Şarjım az, konuşma şansım az. O yüzden tek defada mevzuyu aktarıp işi kolaylaştırmam lazım. Sözcüğüm öyle güzel ki ihaleyi bana bırakmıyor, problemi bana yüklemiyor. Sıkıntının kaynağı dışarıdaysa kabullenmesi kolay oluyor. Senlik bir şey yok, benlik bir şey yok. Başkası yaptı, başka bir şey oldu, başka türlüsü olmazdı. Bizim haricimizdeki herkesi ve her şeyi “başka”ya tıkıştırıyoruz annemle. Biz doğruyuz, başkası eğri. Bizim temelimiz sağlam! Hayatta kalmak için bundan güvenli sığınak olabilir mi? Babam ise gerçek bir gerçekçiydi, hep içimize baktırırdı. Kabahatleri ben işliyorsam sorun bendeydi. Dolayısıyla sonuçlarına da ben katlanmalıydım. Sürekli içime baka baka oradan çıkamaz hale gelmiştim. İyi de hırsızın hiç mi suçu yoktu baba? Alamadığımız ayakkabılarım çalınmıştı, evde olmayan odam çalınmıştı, çocukluğum çalınmıştı. Ne mutlu, artık yürütülecek bir şeyim yok. Burada iki büklüm oturuyorum. Etrafımdaki insanları ayıkladım, kimse bir şeyimi çalmıyor. Telefonum bile çalmıyor. Ama kapılarımı ne denli sıkı kapatırsam kapatayım, kayıplarımın yeri sızlıyor. Boyu aslında hep aynı olan babamı kaybettim. Babamın yeri sızlıyor.


Prize takılı şarj cihazına uzanmaya dermanım yok. Yine de bir kuvvet doğrulmayı denedim. Fayda etmedi. Debelenmeyi bırakınca elektrik gittiği zaman devreye giren jeneratörün sesini duydum. Demek kabloya erişsem de işe yaramaz. İçinden çıkılmaz bir iş içindeyim demiştim, yalnız kımıldayamamak da değil. Aklım duruyor, çalışıyor, duruyor. İlk başlarda panikle telefona sarılıp annemi aramıştım ama açmadıkça tekrar düşündüm. “Düşünelim evladım, düşünelim.” Belki aramamak daha iyiydi. Zifiri karanlıkta anne gönlü alınır mı? Durduk yere anneye umut verilir mi? Ne yapsam, ne desem, anneme nasıl anlatsam? Hiç ses çıkarmasam neler neler düşünür. Diğer yandan evhamları gerçek olacak kadar gerçek. Düşün evladım düşün, aramaya devam etmeli mi etmemeli mi? Aklım çalışıyor, duruyor. Aklım tekliyor. Odaklan, nefesini düzenle, sıraya koy, birbirinin üstüne basmasınlar. Basit düşün. Son telefon hakkında onun haricinde vedalaşacağın kim var? Ayrıca şu hak meselesi. Ondan çok kimin hakkı var üstünde? Seçenekler anında tükeniyor.


Hiçbir şeyi çözemeyecek olsa da, o helalliği almak için şarjın sonuna annemle varmak çok manalı geldi. Bütün binayı ve muhtemelen mahalleyi moloz yığını haline getiren sarsıntının ardından, odanın tavanı bacaklarımı örterken hala hayattaysam bir nedeni olmalı. Kat kat betonun altında, annem açana dek onu aramaya devam ettim. Dört çalma sinyali. Beş, altı, yedi, sekiz…


Saymayı kaçta bıraktım bilmiyorum. Telefon açıldı ama ne açılış! Hattın ucu bir diğer mahşer yerine ulaştı. Biri konuşuyor ama annem değil. Komşumuz Ayla abla mı bu? Sesi ne kadar yaşlanmış. Gözleri de yaşlı, burnunu çekmesinden belli. Kesik kesik, yutkunarak, azar azar salıyor sözlerini. Arkada feryat figan korosu, bağıranlar yakaranlar. İçimden saf saf “Ne çabuk öğrenmişler!” diyorum. Kara haber ışıktan hızlı hareket ediyor. Fonda yürek yakan ağıtlar duyuluyor. Kaç kadın var arkada? Bizim ev çok küçük, nasıl sığmışlar iki göz odaya? Ayla abla kendini biraz toplayıp “Evladım” diyor, “Metin ol, hepimiz aynı yere gideceğiz sonunda.”


Tuvaletin sahanlığındaki uyduruk banyoda bulmuşlar. Başı dönmüş duvara çarpmış, ya da tersi. Duvarlara çarpmaktan başka seçenek var mı bizim için? Yarım dakikalık konuşmayı ben değil, şarjım bitiriyor. Ayla ablanın yerini jeneratörün uğultusu alıyor. Ondan uzaklaştıkça küçüldüğüm bu dünyada sağa sola savrulan hayatımın anne kokulu özeti bu işte: Yarım dakika.


“Annem ölmüş” dedim kendi kendime. Annem ölmüş. İçim boğuldu, moloz ağırlaştı, her yer daha da karardı. Hiç bu kadar yalnız kalmamıştım. Babamı kaybettim, annem öldü. Başka ne düşüneceğimi, diyeceğimi bilemedim. Kalkamadığım yere iyice uzandım.


Bu öyle böyle bir iş değil. Akla fikre sığmıyor. Öyle olsa bile tanımlamak, isim koymak lazım. İsim koyacaksın ki sınırlandıracaksın, sınıflandıracaksın, hizaya sokacaksın. Böylece anlayacaksın. Anlayınca biraz daha kolaylaşıyor. İçinden çıkılmaz bir şeyin içinden çıkmak için önce etrafını çizeceksin. Sonrasında yolunu bulacak, gerekirse sürünerek de olsa çıkıp gideceksin. İçinden atacaksın ve kurtulacaksın. O halde isim vermek lazım öncelikle. Ne diyelim, şöyle tek kelime ve anlaşılır cinsten olsun.


Ağzımdan o tek kelime döküldü, duymayı sevmediğim sesimi duydum: “Felaket…”


Bu tek kelimeyle bir felaket.