Babamla eve döndüğümüzde oldukça geç bir vakitti. Normal bir ebeveynden farklı olan babamın uyku düzenime karışmaması işime geliyordu. Zaten yarın, gerçi eski püskü bir salon saatine göre gece yarısını geçeli epey bir olduğu için artık bugün tatildeydim.

Babam direkt kendini kanepeye atarken ben de alışmış adımlarla mutfağın balkonuna çıkıp bir sigara yaktım. Derin bir nefesi ciğerlerime çekerken balkondan görünen ve belki de sadece benim gibi bu saatlerde uyuyamayan insanların "manzara" olarak adlandırabileceği sokağa bakmaya başladım.

Geceye ait ayın ışığı vuruyordu bu derbeder yere. Sokak ışıkları bile saklayamamıştı günün yorgunluğunu. Kaldırım taşlarının yamukluğunda yaşlı bir adamın ruhu, sokak duvarlarındaki gölgelerde ise bir kadının gözyaşları vardı sanki. Karşımda karanlığa bürünmüş bu sokakta birçok izbe ruhun anısı vardı ve bu yüzden her yerden buram buram yaşanmışlık sızıyordu geceye.

Aklıma gelen şarkı sözüyle gülümsedim dudağımdaki sigaraya rağmen. "İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış, biraz kilo almış..." Teoman'ın bu şarkısının en sevdiğim kısmı. İstanbul'un benim lügatimde "sevgili"ye benzetilmesi ne güzel bir iltifat. Bir şehre ithafen söylenebilecek ne kadar da eşsiz bir tanım. Tıpkı benim sokaklarım gibi... Eşsiz.

Yine ıssızdı zihnim. Hangi sokağımdan bakarsam bakayım en uçtan görünen dönme dolap yine kimsesiz dönüyordu. Salıncakların gıcırtısı ise rüzgar sesimdi. Parmak uçlarımı iki tarafımdan uzanan duvarlara değdirerek selamladım varlıkları. Asla adım seslerini yutmayan, her daim ıslak, bozuk kaldırımlarım, güneşimin önüne sansür çekmiş turuncu-gri bulutlarım ve zihnimdeki poşetlenmiş çöplere ev sahipliği yapan çöp konteynerim...

Gökyüzü hep aynı zamandaydı. Güneş batmak üzere ama hiç batmayacak, turuncu ışıklarını lunaparkın arkasında sahneler vaziyette. Sadece yürüyorum. Burada yaşlanmıyorum. Biraz daha hızlandırdım adımlarımı. Burayı keşfettiğim yaştayım. Şimdi de koşuyorum. Bedenim sekiz, ruhum seksen sekiz...

Dar sokaklarımda saptım biraz. Zıplayarak, etrafımda dönerek, kıkırdayarak... Üzerinde düşüncelerimin neon renklerle yazıldığı duvarlarıma yanaklarımı sürdüm, bazen de ayak izimi bıraktım.

Sokaklarımın bitimine iki adım kala durdum ve lunaparkımdan yükselen müziğe kulak verdim. Gondol çığlıksız salınıyor, dönme dolabın kabinleri insansız, usul usul sallanıyor, balerin ise yüzünde şapşal bir gülümsemeyle eteklerindeki boş koltukları döndürüyordu.

Hemen girintili çıkıntılı duvara tırmanmaya başladım. Sekiz yaşındaki bedenim kıvrak hareketlerle çok kısa sürede tepeye ulaştı. Lunaparkın arkasında kalan, denizin ufuk çizgisine çok yakın yerde asılı kalmış güneş, önündeki bulutlarımla birlikte muhteşem görünüyordu. İşaret parmağımı çeneme yaslayarak düşündüm. Bugüne kadar hiç serbest bırakmamıştım güneşi. Hep önünde, bekçi olarak diktiğim gri bulutlar vardı ve hiç hareket etmezdi. Elimi çenemden çekip parmaklarımı şıklattım. Sonra da parmağımı güneşe doğrulttum. ''Ne yaptığını bilmiyorum ama hak ettin.''

Güneşi arkama alarak döndüm.

Labirentim...

Benim düşünce sokaklarım... Zihin işkencem.... Delirme sebebim...

Fırtına vardı sokaklarımda. Şimşekler çakıyor, kara bulutlar akıtırcasına bırakıyordu yağmurunu. Yine kafam karışık anlaşılan. Kollarımı iki yana açıp duvarımın üstünden fırtınaya doğru yürüdüm.

"Ağlamış yine, rimelleri akıyor..."