Çevresine göre alçakta kalmış bir yerdeydi. Etrafında kuru otlar ve dikenlerden başka bir şey yoktu. Bir tepenin dibiydi bulunduğu yer. Kafasını kaldırıp tepeye baktı, tepenin sırtında yeşermiş otlar vardı. Yukarısı buradan daha güzel olmalıydı. Tepedeki güneşten dolayı tek gözü kapalı bakıyordu yukarı. Kafasında uzun uzun tarttı, güneşe rağmen uzun uzun tepenin en üst noktasına baktı. Orada olması gerekiyordu. Sonunda çıkabileceğine kanaat getirip tırmanmaya başladı. Zor değilmiş, diye düşündü. İlerledikçe tepenin dikleşeceğini biliyordu ama bu vaziyete göre çıkabilirdi en tepeye. Devam etti. Artık dikenler seyrekleşmiş, yeşil otlar hafif hafif aralara dağılmaya başlamıştı. Otların serinliğini duymak isteği belirdi içinde. Bu istekle devam etti. Terlediğini fark etti fakat bu havada bundan daha normal bir şey yoktu. Yukarı baktı, daha yolu vardı. O esnada beyaz bir silüet fark etti fakat gözleri net olarak görüntüyü yakalayamadan kayboldu. Tavşandır, diye düşündü. Baktığı yerde beyaz bir tavşan belirince bu düşüncesinden emin oldu. Bu o tavşan mıydı, yoksa başkası mı? Önemi yoktu, devam etti. Artık varmıştı yeşil otların halı gibi serildiği sırta. Eğimden, engebeden dolayı eğilerek yürümekten beli ağrımış, ter içinde kalmıştı. Pişman değildi; oturdu otların içine, pantolonunun paçasını sıvadı, bacaklarını otlara değdirdi. Sıcaklamış bacakları bundan müthiş bir keyif aldı. Rüzgâr hafif hafif esiyordu. Bir sigara yakıp aşağıyı gözden geçirdi. İyi yol gelmişti. Hiç bağımlısı olmadığı sigarasını ağzında bıraktığı tattan tiksinerek söndürdü. Tırmanmaya devam etti. Artık eğim adamakıllı artmıştı, yere daha yakın yürüyordu. Sıcaktan bunalıp tişörtünü çıkardı ve esen rüzgâr bir nebze rahatlık verdi. Bir süre sonra güneş, çıplak tenini iyice yakmaya başladı. Rüzgâr da sertleşmişti. Tişörtünü geri giydi. Tepenin eğimi artmaya devam ediyordu. Ellerini kullanmaya başlamıştı bir süredir. Geri dönmeyi düşünse de "zirve, olduğum yere başladığım yerden daha yakındır" diyerek vazgeçti. Kan ter içindeydi, rüzgâr sert sert vurdukça titriyordu ve güneşten başı dönüyordu artık. Tenini yırtan dikenli çalıların arasından geçmişti. Teri, kan sızan yaralarına değdikçe yaralardan zonklamalı bir acı hissediyordu ve esen rüzgâr aynı yaraları soğuk bir bıçakla küçük küçük yarıyordu sanki. Karşısındaki toprak yığını bir duvar gibi dimdik olmuştu. Ensesindeki elektriksel acı eşliğinde kafasını kaldırdı güç bela. Bu duvarın bitişini gördü. Zıplarsa yetişebilirdi. Burası artık aşağıdan görüp olmayı istediği yerdi. Buna emindi zira artık gücü kalmamıştı. Bir ümitsizin son ümidiydi yani bu. Bu yüzden emindi. Tüm gücünü bacaklarına aldığını hissedip zıpladı. Tuttu. Tırnaklarını toprağa geçirerek kendini yukarı çekti. Çıktı. Etrafına bakacak enerjisi dahi kalmamıştı, çıktığı yere sırt üstü yattı. Gözlerini kapamış, başarmış olmanın verdiği haz eşliğinde hızlı hızlı soluyordu. Vücudundaki tüm acılardan keyif alıyordu artık. Rüzgâr ve güneşin verdiği rahatsızlık, yorgunluğuna galip gelince ne kadar bu vaziyette kaldığını düşünerek gözlerini açmaya karar verdi. Belki bir dakika olmuştu, belki bir saat. Hiç emin değildi. Fakat rüzgârın şiddeti ve güneşin yakıcılığına bakılırsa çok olmamıştı. Gözlerini açtı. Gördüğü şey karşısında dumura uğradı. Tepe bitmemişti. Çıktığı yer tepenin üzerindeki bir düzlüktü sadece. O kadar yorgundu, rüzgâr o kadar sert esiyordu, güneş o kadar yakıyordu ki üzülmeye vakit ayıramadı. Arkasını dönüp geri dönüşün ilk adımını attı yavaşça. Fakat adımını attığı yerde toprak parçası bulamadı. Aşağı baktı. Adımını boşluğa atmıştı. Hayır, isabetsiz bir adımın neticesi olan boşluk değildi bu. Simsiyah bir boşluktu ve o düşüyordu. Uyandı.

Rüyalar böyle olur değil mi? Tam düşerken uyanır insan. Sıradan bir rüya olduğunu düşündü. Düşünmeye değmez. Yatağından kalkmaya niyetlendi, yorganın ucunu kaldırdı. O anda odanın ne kadar soğuk olduğunu hissetti. Oysa biraz önce rüyasında tam tepede bir güneş vardı. Karnındaki acıyı da yatakta bir süre daha kalmayı kararlaştırdığı sırada hissetti. Rüyasındaki gibi zonklamalı bir acıydı. Önemsiz gördüğü rüyasını düşünmeye başlamıştı işte. Bu rüya sanki zihninde yıllardan beri biriken şeyler tepesinin içindeki bir şeye benziyordu. Zihni berraklaşsa bulabilirdi hangi şeye benzediğini. ‘‘Aman adam, ne rüyaymış! Düşünme işte’’. Bir şeyi unutmanın en iyi yolu başka bir şey düşünmektir. O da öyle yapmaya karar verdi ve düşünmeye değer şeyler içinde en değerlisini seçti: hayat. Taşı toprağı altın olan bu şehirde balçığın içine doğmuştu. Kanalizasyon borularının açıldığı bir derenin kenarında bir gecekondu mahallesi. 9 yaşındayken babası, komşu Melahat teyzenin kümesinden yumurta çalmasını söylemiş, kötü bir şey olduğunu hissettiği bu isteğin muhasebesini yaparken babası onu ikna etmişti. Geçimlerini böyle sağlıyorlarmış. Normalde sevdiği yumurtanın tadı o gün acı gelmişti ona. 15 yaşına geldiğinde ‘büyük iş’ için zenginlerin yaşadığı şehrin tepelerinden birine gideceklerini söyledi babası. Alışmıştı bu işe ama bu seferki farklıydı. Zengin soyacaklardı bugün. Bugün hiç görmediği evler görecek, hiç şahit olmadığı bir yaşam tarzıyla karşılaşacaktı. Heyecanlıydı. Geceleyin zenginlerin tepesine varmışlar, bekliyorlardı. Babası etrafı gözetliyordu. O ise bambaşka bir âlemdeydi. Tepe çıktığında ciğerlerine dolan serin havayı düşünüyordu. Meğer kendi evinin orada hava bile yokmuş. Şehrin yukarıdan ne kadar ışıl ışıl göründüğünü düşünüyordu. Meğer yaşadığı yer ne kadar karanlıkmış. Bugün ilk kez dışına çıktığı mahallesine bir daha dönmeyecekti. Babasını arkasında bırakıp yeni hayatına kaçtı. Çalışıp didindi helal kazanmak için. Yumurtaların tadını unutmamıştı hiç. Parası vardı, zenginler tepesinin zirvesinde olmasa da tepenin üzerindeydi ama neden mutlu değildi? 15 yaşında o tepenin zirvesine ilk çıktığında bulacağını düşündüğü mutluluktan çok uzaktaydı. Bu yüzden her mutluluk muhasebesinde tepeye çıktığı ilk anı düşündü. Mutluluk mutlaka daha yukarıda, dedi. Hayatını bu fikirle mutluluk için hep tırmanmaya adamış fakat mutluluğu bulamamıştı. Çok çileler çektiği, mücadele ettiği bu hayatta şimdi zenginler tepesindeki en güzel evin içerisinde, karnında müthiş bir acıyla kan ter içerinde yatağında yatıyordu. Acısı arttıkça hayatını düşünmesi zorlaşmış, artan bir üstünkörülükle geçmişten şimdiye gelmişti. Acı o kadar yormuştu onu, o kadar üşüyordu, o kadar terlemişti ki kıvranmaya mecali dahi kalmamıştı. Birden ömründe hissetmediği bir naneli şeker ferahlığı hissetti sulu beyninde, mükemmel bir berraklık. Şimdi anlamıştı! Bu rüya zihnindeki şeyler tepesinin içinde bir şey değildi. Bu rüya o şeyler tepesinin ta kendisiydi. Yani hayatıydı. Rüyasında dikenli, alçak yerden yeşil tepeye çıkmıştı; hayatında ise pis kokulu derenin içinden zenginler tepesine. Rüya, hayatını anlatıyorsa simsiyah boşluğa adımını atması yakındı. Vakti azdı fakat mutluluğu hala bulamamıştı. Ömrünün en berrak anını yaşayan zihnini zorlamalıydı. Çocuklar mutlu olur diye düşünüp çocukluğuna gitti. Hayır, çocukken parası yoktu ki. Yaşlılığında olmalı. Hayır, yapayalnız ve hasta. Otuzlu yaşları? Hayır, hayır, hayır! Beyaz tavşan geldi aklına, duruldu… Otların serinliğini hisseden baldırları, yaktığı sigara… Tepeye ulaştığını zannettiği anda acılarından aldığı keyif… Mutluluk, mücadele edip ulaşılan bir hedef değildi. Mutluluk, başka şeylerin yanında fark ettirmeden gelen bir şeydi. Hayat, bir tepenin zirvesi değil, zirveye giden yoldu. Vakti tükendi. Mutluluğun ne olduğunu anlamıştı fakat mutlu anlarını bulacak vakti olmadı. Simsiyah boşluğa adımını attı ve düştü. Uyandı. Bu kez gerçek bir hayata.