Not: Okuyacağınız öyküde tetikleyici unsurlar bulunmaktadır.


"Sıyırdın sen iyice. Paran yok pulun yok, gez bakalım aç köpekler gibi."


Az önce duydukları hâlâ kulağında çınlarken kalabalığa karıştı. İstifa etmişti. İşsizdi. Yüksek binaların koruduğu dar sokakta bir ona bir buna çarparak yürüyordu. Bir kedi kesik çizgiler halinde sıçrıyor ve soluk benizli adamdan alacağı yolu bekliyordu. Adam, kediye yol verdikten sonra bir süre gözleriyle yere düşmekte olan yaprağı süzdü. Yaprak süzüldü, süzüldü. Adamın burnu aşınmış ve yer yer yırtılmış ayakkabısının yanına kondu. Adam, o eski püskü ayakkabıları görmek istemedi, bir süre yenisini alamayacağı için daha çok kez görecekti zaten. İç çekti, uzun zaman olmuştu çevresine bakmayalı. Özgür hissediyordu. Cebinde kalan son parayla bir şeyler almak geldi aklına, artık üstünde para istemiyordu. Az ilerideki üstü tenteli pazar alanına girdi. Gökyüzü ve binaların üst katları kayboldu. Birkaç sebze, birkaç da meyve aldı, uzun zamandır eve bir şey almıyordu. Elindeki poşetlere şöyle bir bakınca, elli liranın artık anca bir yirmilik ettiğini fark etti. Yürümeye devam etti.


Kötü bir eşti, kötü bir babaydı. Sanki herkes bunu biliyor ve yetmezmiş gibi bir de kılığına, kıyafetine, elindeki torbalara bakıp küçümseyerek ona gülüyordu. O gözlerini kaçırdıkça cebindeki son parayı da harcadığını bilenlerin kahkahaları, kulağında çınlıyordu. Bedeni oracıkta küçüldü, küçüldü. İşçiler tıkanmış rögarı tamir etmek için kapağını açtılar, adam insanlığın kokuşmuş yargıları içine düştü. 


Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Kuşların sessiz kanat çırpışlarından gökyüzüne yayılan küçük esintiyi hissetmeye çalışırken o sırada ona seslenen kadını duyamadı. 


"Derdin ne senin? Çekil şuradan."


Cevap vermedi.


"Çekilsene, görmüyor musun, çocuklar oynuyor burada."


O sırada daha önce hiç görmediği bir çocuk parkında olduğunu fark etti. Kızlı erkekli çocukların ortasında, binecekmiş gibi tahterevalli sırasını bekliyordu. Karşı tarafta bir çocuk sabit duruyor, öteki tarafa diğerleri sırayla biniyordu. Bu bir haksızlık, diye düşündü. Tedirgin olmuş kadının sesini umursamadı ve sırası geldiğinde ayağını atıverdi tahterevallinin arkasına. 


Karşısında bir çocuk havalandı. Şişman kadının ince sesi kulaklarına girmeye başladığında, bundan büyük bir haz duyduğunu fark etti. Sanki vücudu öteki görevlerini yapmayı bırakmış, yalnız adrenalin salgılıyordu. Usulca güldü. Aslında muhtemelen gülmedi ama güldüğünü zannetti. Bir yukarı, bir aşağı, bir yukarı, bir aşağı. 


"Sen ne biçim bir adamsın, insene şuradan. Çocuk ağlıyor, görmüyor musun?"


Bir yukarı ve bir aşağı. Adamın inişiyle karşısındaki çocuk da sert bir iniş yaptı. Çocuğa gününü göstermişti. Herkes hakkı olandan fazlasını almayı bıraksaydı, kendisi de böyle rezil bir hayat yaşamak zorunda kalmazdı.


"Manyak herif."


"Ne içti kim bilir."


"Dilsiz herhalde, konuşmuyor da."


Adam, ifadesiz suratıyla etraftakilere birçok şey düşündürüyordu. Oysa tek istediği, bugünü gerçekten özel bir gün yapmaktı. Varoluşun dengeleriyle oynadığını sanıyordu. Kimsenin iyiliğini umursamadan atacağı bir sonraki adımı heyecanla bekliyordu. Yürüdü, oradan uzaklaştı. Torbalarını da unutmuştu.


Bir vitrin çekti dikkatini. Önünde durdu, kendini seyretti. Bir canavara benzeyen ifadesini yansıtan camdan, etrafa yoğun bir cesaret yayılıyordu. Ne yapacağını düşünürken önünden geçen dolmuşa belli belirsiz bir el hareketi yaptı. Dolmuş durdu, kapılarını açtı. Adamla beraber binen ihtiyarı gören bir genç, yer vermek için gizli bir bencillikle ayağa kalktı. İhtiyarın oturmasına kalmadan adam, boşalan koltuğa oturdu, bir güzel yayıldı. Genç çocuk ve ihtiyar bir süre ayrı ayrı veya bir ağızdan adamın kulağına varmayan bir şeyler söylediler.


Adam, içinde bir kendisinin bir de şoförün kaldığı dolmuştan indiğinde ne kadardır yolculuk yaptığını kestiremiyordu. Elinin tersiyle alnındaki terleri sildi ve yola koyuldu. Nereye gideceğini biliyordu. 


Dışarıda gün, göz hizasına değin alçaldı. Adam, çalıştığı şirketin üst düzey çalışanlarının her hafta mutlaka okkalı bir hesap ödemeye uğradığı mekana adımını attığında; pahalı parfümlerin, ortalıkta dönüp duran bahşişçi çalışanların ve ona dönmüş yargılayıcı bakışların havasına çarptı. Normalde, buraya hayatı boyunca gelemeyeceğini düşünüyordu. Ama işte buradaydı. Buraya neden gelmişti? Onlar gibi mi olmak istiyordu yoksa onlar mı onun gibi olmalıydı? Derdi neydi, bilmiyordu. Bir yerde öteki olmanın dayanılmaz rahatsızlığını ve diğer yandan sonsuz özgürlüğünü yaşamaya koyuldu.


Adam, girişteki görevli tarafından kısa bakışlarla süzüldü. Vaziyeti, uzununa gerek kalmayacak şekilde kendini belli ediyordu. 


"Ne için gelmiştiniz?"


"Beyefendi?"


Görevli, yanıt alamayacağını anladığında, ona orada beklemesini söyleyip muhtemelen onu çıkartacak birilerini bulmak için bir süreliğine oradan ayrıldı. Adam, restoranın teras bölümüne açılan kapıya yürümeye başladı. Sahte insanların solukları ile puslanmış cam kapıyı itti. Terasın sonuna, övüldüğü kadar güzel olan manzaranın tam önüne geldiğinde, henüz kimse onu fark etmemişti. Adam, hayatı boyunca dayandığı ilgi açlığını bugün ilk kez duyuyordu. Ve birden, son hız soyunmaya başladı. Önce yırtık ayakkabılarını, sonra diz vermiş pantolonunu ve sırayla üstündeki tüm kıyafetleri çıkartıp delirmişçesine bir tarafa fırlatıyordu. İnsanlar şok içinde ona bakıyor, çalışanlar olaya müdahale etmeye çalışıyordu. 


Beyaz, sünmüş ve sökülmüş külotu dışında her şeyini çıkarttığında, elinde salladığı bıçağı gösterip anlaşılmayan sesler çıkarmaya başladı. Bu bıçak, ötekiliğin ikiyüzlü bıçağıydı. Bunu yaparak insanlara "yaklaşmayın" izlenimi verdiğini düşünüyordu. Gerçekten öyle tesir etmiş olacak ki, bir türlü yakınına girip onu yaptığından alıkoymaya kimse cesaret edemiyordu.


Sokaktan sesler geliyordu. İki kedi, sanki tam bu an için hazırlanmışlar gibi gürültülü bir kavgaya tutuşmuştu. Adam, masalardan çirkin ve sarkmış vücuduna atılan tiksinti ve alay dolu bakışları hissediyor ve bundan çok büyük bir gurur duyuyordu. Hayatı boyunca zaten gizliden gizliye bu duyguyu yaşamıştı. Hayatı boyunca zaten tiksinilen, küçümsenen bir adam olmuştu. Şimdiyse bu işi hakkıyla yapıyordu. En iyi malzemeyi, en açık şekilde insanlara sunuyor ve "işte ben buyum" diyordu. Kendisi, bu hayatta birçok kez görmek istemediği şeyler görmüştü, hatta gördüğü hiçbir şeyi kendi istememişti. Kendi hayatında pasif kalmanın ağırlığını en iyi o bilirdi. Oradakiler de bunu yaşamalıydı. 


Adam, bir süre orada bulunan insanlara, kanlı canlı bir sanat eseri gibi çirkinliğin gerçekliğini ve gerçekliğin çirkinliğini sergiledi. Bu sırada anlaşılmayan, mide bulandırıcı sesler çıkartmaya devam ediyordu. Her hamlesinde, açlıktan yorulmuş gözlerindeki küçük kıvılcımlar artıyordu. Tuhaf bir haz içinde kulaklarını insan seslerinin ötesindeki şehir uğultusuna dikti. Büyük bir yastığa dayanır gibi o uğultuya dayandı. Sonra, birden arkasını döndü ve göğsünün altında biten duvara iki elini dayadı, destek aldı ve önce birini attığı dizlerinden ikincisini atarken şehrin tatsız karmaşasını ayaklarının altında son kez gördü. Bundan, kimsenin bilmediği bir üstünlük payı çıkardı. Adam, tarif edilmez bir coşku ve sabırsızlıkla dizleri üzerine kırılıp sıçramaya hazırlandı. Ve saniyeler içinde sokak, adamın bedeniyle yırtıldı. Amansız rüzgarların çalkalayıp durduğu karmakarışık su yüzeyinden, ağır bir taş gibi en dibe çöktü adam. Yine bir rüzgarla şehre doldu.


Orada bulunan kimse olanlardan hiçbir şey anlamadı. Kimse böyle bir şeye ihtimal vermemişti. Adamı en fazla, orada birkaç şaklabanlık yapıp gidecek bir deli olarak görmüşlerdi. Onun çakılmış cesedine bakan gözlerindeki tiksinti sonunda kaybolmuş ve yerine sarsıcı bir dehşet yerleşmişti. Adam görse belki mutlu olurdu. Ona bakan, ne yapsa değiştiremediği bakışların rengini sonunda değiştirebilmişti. 


Huzurlu bir sessizlik terasa girdi, kıvrıldı, uzandı. O günden sonra adamı bir daha kimse hatırlamadı.