Klasik, gelenekçi, muhafazakâr toplum anlatısında tevazu öğütlenir, kibir, hatta kendini beğenme, "olanı olduğu gibi söylemeyi reddetme" pahasına dahi olsa ayıplanır. Gerçeği, bir "doğru" şeklinde ifade etmek konusunda bir yanlış, bir sakınca olmadığı üzerinde hemfikir olduğumuzu sanıyorum. Buralardan hareketle bu ahlâkî kıyasa biraz dışardan bakalım.


Şöyle bir en kaba haliyle düşününce, bireyin topluma karşı ahlâkî sorumluluğu ne olabilir (Hayır "birey" olmanın hor görüldüğü bu kapalı, bütünleyici toplum anlayışını burada kabul edip ona gore devam etmek istemiyorum.)? Birey, kendisini entelektüel anlamda, ahlâkî anlamda geliştirmeli, bu yönde katettiği mesafelerle toplumda daha "iyi" bir yer edinerek, etrafına da bu "iyi"liği bulaştırmak üzerine elinden geleni yapmalıdır elbette... Peki bir insan kendini beğenmiyor, daha kötüsü kendini olduğu haliyle kabullenip "Benden bir şey olmaz, ben bu kadarım..." savlarına sığınıyorsa, bunu da tevazu adı altında meşrulaştırmaya çalışıyorsa, burada hangi ahlâkî doğrulardan söz edilebilir?.. Dolayısıyla yapılması gereken, kendimizi "beğenecegimiz" bir hale bürüme uğrunda efor sarfetmektir belki. Evet, bu "daha iyi birey olma" (entelektüel ve ahlâkî anlamda) çabası bitmek bilmeyecektir, dolayısıyla kısır bir döngü denebilecek bir halde kendimizi iyiye, tabiri caizse yukarıya çekme çabası da bitmeyecektir ve fakat, ahlâkî buyruğun gerektirdiğini yapıyor olmak, bize bu anlamda fena bir sınav verdirmiyor olabilir.


İşte buradan bakınca da, kendimizi beğenmediğimiz bir yerde, ya da olanı olduğu gibi ifade etmek yerine "alçak gönüllü" bir duruşta kalmak gayriahlaki, kendimizi beğenecegimiz bir seviyeye çekme uğraşında olmak ve görebildiğimiz kadarıyla doğruyu (kendimiz hakkında da) ifade etmek ahlâkî olandır belki de...