Dönem sonları lisenin en çok sevdiğim zamanlarındandı. Genelde o son bir hafta on gün civarında hep devamsızlık hakkı kalmamış olan arkadaşlarım gelmek zorunda olurlardı o yüzden hiç değişmeyen soru yoklamanın alınıp alınmayacağı olurken iki soru daha vardı: tabu oynamak ve film izlemek. Diğer sınıfların belleklerine yüklediği filmleri kendi bilgisayarımıza aktarır; kalın, bordo perdeleri hiç ışık sızmayacak biçimde çeker ve izlemeye başlardık, o tahta sıralar birdenbire sanki sinema koltuklarına dönüşürdü ve sanırım en sevdiğim ortamlardan bir tanesiydi. Ne filmler izlediğimizi ve nasıl eğlendiğimizi unutamam.


Genelde diğerlerinden ziyade korku filmlerinde daha çok eğlendiğimi hatırlarım ama şahsım adına. Daha önce bahsetmişimdir elbet ben korku filmleri izlemeyi seven bir insanım, hatta belki garip karşılanacak bir biçimde komedi filmlerinden daha çok eğlenirim bile. Ağır makyajlardan yaratılmaya çalışılan insan dışı yaratıklar, canavarlar, bizi inandırmaya çalıştıkları hususlar veyahut sesleri birden yükselen hırıldamalar, gürültüler beni germek ya da korkutmaktan ziyade, çok büyük ihtimalle gerçekliklerini kabul etmediğim için güldürüyor. En başından beridir ve bir müddet sonra alanda çok fazla film izleyince, neyin nereden sonra geleceğini, misal yavaş yavaş çalacak bir şarkının ardından sesin birdenbire yükseleceğini, karanlığın içinden illaki bir figürün fırlayacağını anlamaya başlıyorsunuz ve gözünüze basit geliyor. Korkutmamaya başladığı gibi artık sıkıcılaşıyor da.


Başlangıç noktasına dönelim; korku dediğimiz hissiyatın asıl tanımı, bir belirsizlik karşısında tehdit algısı ile tetiklenen olumsuzluk duygusu. Dikkatli baktığınızda birçok korku filminin ana olgusu ve ana karakteri zaten görünmez bir kapının ardındaki başka bir şeydir. İnsan bilmediğinden ve belirleyemediğinden daha en başından beridir korktuğundan dolayı bu figürler algılarını şaşırtır. Titrek bir beden, irileşen gözler korku dolu bir ifadenin belirleyici yönleri olarak ele alınabilir ancak gerçek olmadıklarını kabullenmemek, kabullenememek benim adıma bir muammadır. Sanıyorum bazen nedeni çift taraflı madalyonun korkunç tarafında değil, korkan tarafındadır: Yani korkan kişiyle kurulan empatinin gerçekçiliğindendir, korkulandan ziyade. İnsanın kendisiyle kıyaslandığında iki tarafı da nasıl gördüğündendir.


İşte burada oyuncularla birlikte gözümüzü oluşturan yönetmenin asıl yönetimi devreye girer.


Şimdi size ilk bahsettiğim zamanlardan birinde izlediğim bir filmi anlatmak istiyorum. İsmi The Conjuring, ben izlediğimde sene 2016 olmalıydı çünkü birkaç gün sonra ikinci filmi sinemalarda vizyona girecekti. Filmin önemli noktası, beni gerçekten korkutmuş olması ama bunu çok farklı ve farkına dahi varmadığım boyutlarda yapabilmesi.


The Conjuring, dilimize Korku Seansı olarak çevrilmiş, Amerikan ürünü bir film. Adının kökünü oluşturan İngilizce ‘conjure’ fiili, ‘büyülemek’ fiilinin anlamını karşılar. Film, Edward Warren Miney ve eşi Lorraine Rita Warren’ın eski dönemlerde Amerika’da yaptıkları paranormal araştırmalardan birine dayanıyor. Perron ailesi orman içinde müstakil bir eve yerleşirler ve yerleştikleri andan itibaren evde olağanüstü durumlarla karşılaşırlar. Kız çocuklarının birisi bir gece uykusunda ayağından çekilir, bir diğeri ön bahçede eski bir müzik kutusu bulur, anne en küçük çocukla ‘hide and seek’ oynarken kızının olduğundan tamamen aksi bir yönde kendini bulur, aynı durum onu bodrumda kilitli kalmaya kadar iter.

Küçük bir not: Onların kültürlerindeki bu çocuk oyunu bizim kültürümüzdeki körebe oyunudur ama tek farkı, oynayanların ebeye üç kez el çırpma hakkı vardır, ona ipucu verebilmek için. Benzeri olaylar peşi sıra gelirken durum çaresizlik boyutuna sürüklenir ve ailenin annesi, Carolyn Perron, Ed ve Lorraine Warren’ın bir konferanslarına katılır. Son çözümü onlarda bulabileceğine inanarak evi incelemelerini ve kendilerine yardım etmelerini ister. Medyum Lorraine Warren’ın eve girdiği ilk andan itibaren omuzlarının nasıl gerilmişlikle sımsıkı durduklarını hissetmek için orada olmaya lüzum yoktur. Nedeni sonrasında açıklanacak bu unsurla birlikte olaylar herhangi bir biçimde kesintiye uğramaz.


Ed ve Lorraine Warren benim açımdan burada, diğer korku filmlerinde olmayan bir yön, bir kapı açığa çıkartırlar: Üçüncülük. Kendi açımdan konuşuyorum; izlediklerimde hep ikincil bir tavır, aynanın hep iki tarafı varken burada üçüncü bir yüz, bir figür görebiliriz. Bu karakterler birbirlerinin bir anda aynısıyken diğer bir tarafta birbirlerinden ciddi noktalarda ayrılırlar. Lorraine medyum oluşuna, yani kısacası bu olayları anlamlandırabilmesine kıyasladığımızda anneden daha fazla bilgi sahibi olabilmesine rağmen korkuyor, bir insan ve bir noktada, bir anne olarak. Eve ilk gittikleri zaman eşi Ed ile birlikte ön bahçeye çıkıyorlar ve Lorraine iskelede göle bakarken kendi kızının bedenini bir siluet olarak görüyor. Yalnız tam olarak siluet değil bir işaret, bir ifade biçimi olduğunu anlıyor. Ardından Ed’in yanına gittiğinde ince bir çıtırtı duyuyor ve kocasının omzunun üzerinde asılı bir beden, yine bir siluet görüyor. Korkuyor ve bu korkuyu ifadesinden, eşine tutunuşundan anlıyoruz. İşte bu korku, kendi belirsizliğinin yanında, biraz da aslında biliyor oluşunun, farkındalığının etkisiyle şekillenen bir korku, bir endişe. Tahminlerinin, düşüncelerinin ve kendi içinde yaratmış olduğu başka korkuların oluşturduğu senaryolarla korkuyor. Bu birincil bir korku.


Ana karakter diyebileceğimiz annenin korkusu ise çok daha farklı. O, belirsizliğin kendisinden korkuyor. Bilmediğinden ve görmediğinden. Biraz önce örnek olarak gösterdiğim olayı anlatacağım yeniden: Anne, en küçük kızıyla ‘hide and seek’ oynarken kızından bir kez el çırpmasını istiyor, belirlemek için. Birinci, ikinci ve üçüncüden sonra anne kendini, en büyük kızının giysi dolabında, kıyafetleri karıştırırken buluyor, elleri boşlukla karşılaşınca bandı çıkarıyor ve şaşırmış bir şekilde etrafına bakıyor. Ardından kızı odaya gelip göz bandını indirdiği için kaybettiğini, onun kendisine bile yaklaşamadığını söylüyor. Annenin burada şüpheleriyle karşılaşıyoruz, gün be gün vücudunda artan morlukları gördüğünde ise büyüyen şüphelerle... Ama bunlar korkuya dönüşmekten ziyade endişeler olarak kalıyor. Sonra bu siluet, asıl karakterin anneyi ele geçirmek istediğini öğreniyoruz çünkü onu ailenin çekirdeği ve alt edilebilecek en kolay ama aynı zamanda en zor kişi olarak görüyor. Endişelerini zayıflıklar ve gücünü sevgisi olarak kullanmayı başarıyor. Annenin korkusu ikincil bir korku ve siluetin, Batsheba’nın etkisi birincil korkutan iken iki kadının içlerinde yaşadıkları bu çelişkiler ikincil korkutan.


Filmin beni etkilemeyi başaran kısımları aslında bunlar işte. Duygu yoğunluğu öyle sık veriliyor ve her senaryo üzerindeki karakterin, kendine ait öyle kişilikleri oluşuyor ki tam zıttı duygusuzluğu da iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz ve bahsettiğim birçok örnek aslında diğer korku filmlerinde de yer almasına rağmen James Wan bunu size öyle bir dille anlatıyor ki zihninizde bir sızı, görmediğiniz ikinci bir kapı kolu gibi oluyor. O atmosfer, o melodi hayal edebileceğinizden kesinlikle çok daha farklı. Ayin esnasında olan yadsınamaz karanlık ilkesi bodrum katı değil mesela, o loşluk yanan tek, küçücük ampulden gelmiyor. O karanlık, o loşluk Carolyn’ın bedenindeki Batsheba’nın üzerindeki beyaz örtüden, su damlasının kırıştırdığı ve farklılaştırdığı kağıt gibi örtüye düşen kan lekesinden geliyor. Wan’ın dili öyle güzel ve onu öyle iyi aktarıyor ki bu unsurları daha özgün bir hale getirmeyi başarıyor. Neticede James Wan’ın yönetmenliği, beni diğer birçok filmini izlemek isteyecek kadar etkilemeye ve film her izlediğimde içimi ürpertmeye yetti. Öyle ki diğer filmler için de yazma isteğim bitmiş değil.